10 Haziran 2014 Salı

Sylvia Plath

1932 yılında Alman bir baba ve ABD'li bir anneden, Massachusetts'te doğdu. Profesör olan babası 1940 yılında öldü. Plath ilk şiirini 8 yaşında yayımladı.
Plath, hayatı boyunca ileri derecede manik-depresif bozuklukla boğuştu. 1950 yılında bursla girdiği Smith College'deki ikinci yılında ilk intihar girişimini gerçekleştirdi ve bir akıl hastanesine yatırıldı. 1955'te Smith College'den summa cum laude derece ile mezun oldu.
Kazandığı Fulbright bursuyla Cambridge Üniversitesi'ne giderek çalışmalarını burada sürdürdü ve şiirlerini üniversitenin öğrenci gazetesi olan Varsity'de yayımladı. Plath burada 1956 yılında evleneceği İngiliz şair Ted Hughes'la tanıştı. Evliliklerinin ardından Boston'da yaşamaya başladılar. Plath, hamile kaldıktan sonra ise İngiltere'ye geri döndüler.
Plath ve Hughes, Londra'da kısa süre yaşadıktan sonra North Tawton'a yerleştiler. Çiftin Sylvia'nın kıskançlık krizleriyle başlayan sorunları bu dönemde başladı ve ilk çocuklarının doğumundan kısa süre sonra Sylvia Plath Londra'ya geri dönerek boşanma işlemlerini başlattı.
Kiraladığı evin eskiden İngiliz şair William Butler Yeats'e ait olduğunu öğrenen Plath bunu iyi bir işaret olarak değerlendirdi. 1962-1963 kışı Plath için çok zor geçti. 11 Şubat 1963'te, ikinci kattaki odalarında uyumakta olan çocuklarının yanına süt ve kurabiye bıraktıktan sonra, odalarının kapısını da içeri gaz girmeyeceğinden emin olmak üzere bantlayarak kapattı ve kafasını fırının içine sokarak intihar etti.
İntiharıyla ilgili olarak kocası Ted Hughes eleştirilere maruz kaldı. Hughes yıllarca bu konuda konuşmadı. Daha sonra anılarını yayımladı.
1963 yılında daha 30 yaşındayken intihar eden Plath’ın hayatı, Oscarlı oyuncu Gwyneth Paltrow’un ünlü şairi canlandırdığı “Sylvia” filmine de aktarıldı.
Plath’ın Türkçe’ye çevrilen eserleri arasında bulunan “Sırça Fanus” adlı romanı, birçok kişi tarafından ilk Amerikan feminist romanı olarak değerlendirilir.

Türkçeye çevrilen eserleri[değiştir | kaynağı değiştir]


Yazarın yazılarını süslemek için çizdiği 44 adet eskizinden birkaçı için



11 Şubat 2014 Salı

Sait Faik Abasıyanık



Havuz Başı’nda bulunan “İnsan Gibi Bir Şey: Huy”, Naci’ye göre “Alemdağ’da Var Bir Yılan’daki eşcinsellik hikâyelerinin habercisidir” Son Kuşlar’da bulunan “Yandan Çarklı” ise, yazarın “üstü örtülü anlatımlara
kalkışmadan, eşcinselliği ilk kez açıkça yaz[dığı]”  bir hikâyedir.

Sait Faik’in erken dönem hikâyelerinden biri olan “Louvre’dan Çaldığım
Heykel”, yazarın eserleri arasında homoerotik içeriğin öne çıktığı ilk metindir

http://www.thesis.bilkent.edu.tr/0006152.pdf




Nikos Kazancakis


Zorba'dan

Dün barakanın önüne oturmuştuk, bir bardak şarap içince korkuyla bana baktı:
— Bu kırmızı su da nedir, söyler misin, patron? Külüstür bir kütük filiz atar,
ekşi birtakım ıvır zıvır sarkar ve zaman geçer, güneş onları pişirir, bal gibi tatlı
olurlar; o vakit biz de onlara üzüm deriz; onları çiğner, sularını çıkarırız, bunu
fıçılara koruz, kendi kendine kaynar, ekimde Sarhoş Ay-Yorgo yortusunda
açarız şarap çıkar! Bu ne sırdır? Bu kırmızı suyu içersin, ruhun büyür, artık şu
eski kalıba sığmaz ve Allah'ı güneşe davet eder.Nedir bunlar patron, söylesene!.


— Nesin, kimsin, nereden geliyorsun, gözlerin hangi kentleri, köyleri gördü;
hepsini, hepsini söyle, haydi söyle!
Konuk, yalanı doğruyu birbirine karıştırarak anlatmağa başlar, dedem ise
minderde uslu uslu oturur, çubuğunu içerek onu dinler, onunla birlikte
yolculuklara çıkardı. Konuk hoşuna giderse şöyle de derdi:
— Yarın da kalacaksın, gitmiyorsun. Daha söyleyeceklerin var senin!
Dedem köyden hiç dışarı çıkmamıştı; ne Büyük Kastro'ya gitmişti, ne
Remito'ya. Derdi ki: «Ne gideyim? Remito ve Kastro'lular buradan geçiyor, sağ
olsunlar, Remito ve Kastro da evime gelmiş oluyor. Benim gitmeme ne gerek
var?»
Şimdi ben de burada, Girit'in bu kıyısında dedemin merakını sürdürüyorum. Ben
de sanki fenerle aramışım gibi, bir konuk bulmuştum; şimdi gitmesine izin
vermiyorum, bana bir yemekten fazlasına mal oluyor ama, değer! Her akşam
işten çıkmasını bekliyor, onu karşıma oturtuyorum; yemek yiyoruz, hesap
zamanı geliyor: «Söyle!» diyorum, sonra pipomu içerek dinliyorum; bu konuk,
yeryüzünü, insan ruhunu çok dolaşmış, onu dinlemeğe doyamıyorum.
— Söyle Zorba, söyle!

— Hayır, kadının aklında başka bir şey yoktur, patron. Çok gören, çok gezen,
çok şeyler yapan ve diyelim ki, akıllanmış olan sen beni dinle: Akıllanmış olan
kadının aklında başka bir şey yoktur; hasta diyorum sana, alıngan bir şey! Ona
sevdiğini, kendisini istediğini söylemezsen ağlamaya başlar. Belki istemiyor,
belki de senden iğreniyordur, sana «Olmaz» da diyebilir ama bu hiçtir.
Kendisini kim görürse arzulasın ister o. Bunu ister zavallı. Onun için hatırını
yapı vermelisin... Bak benim bir ninem vardı, seksen yaşında olmalıydı.
Hikâyesi tam bir masaldır. Ama, başka bir hava bu. Neyse... O sıralarda seksen
yaşında vardı. Evimizin karşısında da, Krustalo adında, serin sular gibi güzel bir
kız oturuyordu. Biz köyün delikanlıları, her Cumartesi akşamı içip aşka gelir,
kulağımıza birer dal fesleğen takardık. Kuzenlerimden biriyle birlikte gidip kıza
serenad yapardık. Aşk ve tutku. Budalalar gibi anırırdık. Hepimiz isterdik onu
ve her cumartesi akşamı, beğensin diye sürü halinde giderdik. İnanacak mısın,
bilmem patron? Kadın korkunç bir sırdır, hiçbir zaman da kapanmayan bir
yarası vardır. Sen kulak asma, bütün yaralar kapanır ama, o yara kapanmaz.
Kadının seksen yaşında olması neye yarar yani? Yara her zaman açıktır. îşte her
Cumartesi akşamı bizim ihtiyar, minderini pencerenin önüne çeker, gizlice
aynayı alır ve başında ne kadar saç kalmışsa, onları hababam tarar dururdu.
Kendisini görüp görmediğimizi öğrenmek için çevresini kaçamak bakışlarla
gözetler, birimiz yaklaştı mı, Frenk Meryemi gibi usulca toparlanır, uyur gibi
yapardı. Ama uyku nerde, patron? Serenadı beklerdi. Seksen yaşında... Kadının
ne esrarengiz şey olduğunu anlıyor musun patron? Şimdi benim ağlayasım
geliyor. Ama o vakit sersem olduğum için anlamaz gülerdim. Birgün ona
kızdım, çünkü kızların peşinde gidiyorum diye beni azarlıyordu; ben de onu şu
sözlerle bir güzel kalayladım: 'Neden her Cumartesi günü dudaklarına ceviz
kabuğu sürüp saçını tarıyorsun? Ne sanıyorsun, yani? Serenadı senin için mi
yapıyoruz? Biz Krustalo'yu istiyoruz. Sense günnük kokuyorsun.' İnanır mısın
patron? Kadının ne olduğunu, ilk kez o zaman anladım işte. Ninemin
gözlerinden, ateş gibi iki damla yaş aktı. Dişi köpek gibi büzüldü; alt çenesi
titriyordu. Beni daha iyi işitsin diye peşinden giderek bağırdım:
«Krustalo'yu Krustalo'yu!». Gençlik vahşidir, anlam dışıdır hem; anlamaz
çünkü. Ninem kupkuru ellerini gökyüzüne kaldırdı.
«Tâ yüreğimden sana lanet ediyorum!» diye bağırdı. O günden sonra da, zavallı
ninem hayır etmedi. Hastalandı, iki aya kalmadan ölüm döşeğine düştü. Can
çekiştiği sırada gözü bana takılınca kaplumbağa gibi tıslıyor, beni yakalamak
için elini uzatıyordu. Islık çalar gibi: «Beni sen yedin,» dedi, «yedin, kahrolası
Aleksi! Lanet olsun sana, benim çektiğimi çekesin!»


Kafka


Tanrı’nın Azrail’i yanına çağırıp ondan Kafka’nın canını almasını istediği rivayet edilir. Azrail, Tanrı’nın buyruğunu yerine getirmek için hemen yola çıkar ve dünyayı dolaşmaya başlar. Bir süre sonra Tanrı katına geri dönmek zorunda kalır. Hayal kırıklığı içindedir, çünkü ilk defa Tanrı’nın kendisinden istediği bir şeyi yerine getirememiştir. Tanrı’nın huzuruna çıkar ve “Yarattığınız bütün evreni dolaştım ama ne yazık ki sizin yarattığınız evrede ‘Kafka’ adında biri yaşamıyor” der... Tanrı bu kez Azrail’e “O zaman git 
onu kendi yarattığı evrende bul ve bana getir” der...

8 Ocak 2014 Çarşamba

Nigâr Binti Osman





Nigâr Hanım, (d. 1856, İstanbul - ö. 1 Nisan 1918, İstanbul) Türk şair.

Hayatı

Babası, 1848 Macar İhtilali mültecilerinden, Macar asıllı Osman Paşa'dır. Öğrenimini Fransız mektebinde yaptı. Özel olarak Türkçe, Arapça ve Farsça dersleri aldı. Çocuk yaşında iken şiir yazmaya başladı. Fransızca dilini ve Fransız edebiyatını çok iyi bilmekteydi. Zamanının kibar aleminin en seçkin siması olarak bilinmekteydi. Fransız salonlarını andırır şekilde, her salı günü konağında zamanın tanınmış şahsiyetleri toplanır ve bu toplantılarda şiirler okunur, müzik dinlenir ve sanat ve edebiyat konularında konuşulurdu. 1 Nisan 1918'de İstanbul'da öldü. Mezarı Rumelihisar Kayalar mezarlığındadır.

Şiirlerini Efsûs I (1877), Efsûs II (1891), Nîram (1896), Aks-i Seda (1900) ve Elhan-i Vatan (1916) adlı eserlerinde topladı. Safahat-i Kalb (1901) adlı bir gönül hikâyesini mektuplar halinde veren bir düzyazı eseri de vardır. Özel hayatında pek mesut olmayışının ıstırabını anlatan şiirlerinde ince bir lirizm görülür. Türk kadın şairler arasıda 19. yüzyılın ikinci yarısında en bol ve en özlü eserler vermiş bir şahsiyettir.
Nigar Hanım döneminde en fazla yabancı dil bilen kadın şaire olarak dikkati çeker.Bildiği dil sayısı hakkında farklı kaynaklara bakıldığında birbirine yakın veriler sunulmaktadır. yazdığı günlüklerden ve hakkında yazılan kaynaklardan hareketle söyleyebiliriz ki: Fransızca, Rumca, ve Almancayı mükemmel şekilde; İtalyanca, Ermenice, Arapça, Farsça ve Macarca okuyup yazıp anlayacak kadar olmak üzere toplam sekiz dil bilmektedir. [1] Nigar Hanımın şiir ve yazıları Hanımlara Mahsus Gazete (1895-1908),Mehasin (1909-1910), Demet(1908), Hanımlar Alemi (1918) gibi mecmualarda yayınlanmıştır.[2]
Bir dönem eserlerinde "üryan kalp" mahlasını kullandığı, daha sonra bundan vazgeçip kendi ismini kullanıdığı bilinmektedir. Süleyman Nazif, Fuad Köprülü, Leyla Hanım gibi dönemin düşünürleri, onun iyi bir nâsir olduğunu fakat kuvvetli bir nâzım olmadığını dillendirerek düz yazılarının şiirlerine oranla daha çok beğenildiğini ifade etmişlerdir. [3] Nigar Hanım bir müddet dönemin diger öncü kadın yazarlarından olan Emine Semiye'nin başyazarlığını yaptığı ve Selanik'te yayımlanan "Mütalaa" mecmuasında da yazmıştır. [4]
Nigar Hanım, bir yönüyle daima Batılı kalmış, diğer yandan doğunun bir parçası olmayı sürdürmüştür. Yaşam tarzı, fikir hayatı doğu gelenekleriyle birebir örtüşürken; kültür yaşamı ve üstün olduğu değerleri takdir etme ve benimseme açısından batılı sayılabilirdi.


İstanbul, Osmanbey'de Şair Nigar sokağı vardır.


Bir daha söyle

yegâne sevdiğin alemde ben miyim şimdi
sahih ben miyim artık muhâtab-ı aşkın
bütün o hiss-i amiki fuad-ı pür-şevkin
o ihtilâ-yı ezel, o alâik_ı ebedi
benim mi şahsıma mahsûr ? … bir daha söyle

o sânihât-ı hazinin o beyinnât-ı gamın
sahih, mülhimi hep ben miyim bu gün söyle
tahassüsâtını, efkârını bütün söyle
getir şu kalbime dök varsa, sevdiğim elemin
eden nedir seni rencûr ? … bir daha söyle

--
bir daha söyle

biricik sevdiğin dünyada ben miyim şimdi ?
gerçekten ben miyim artık aşkının muhatabı ?
bütün o istek dolu yüreğinin derin duyguları
o ezeli düşkünlük, o sonsuz ilgiler
benim mi şahsıma mahsus ? … bir daha söyle

o hüzünlü akla gelişlerin, o üzüntülerinin belli olmasının
gerçekten esinleyeni (kadın) hep ben miyim, bugün söyle
duygulanmalarını, düşüncelerini bütünüyle söyle.
getir şu kalbime dök varsa sevdiğim üzüntün
seni inciten nedir ? … bir daha söyle…


http://www.turkishstudies.net/sayilar/sayi6/39kurnaz%C5%9Fefika.pdf

http://www.dunyabizim.com/index.php?aType=haber&ArticleID=2629

Abdülhak Şinasi Hisar

 

 

Fahim bey ve Biz romanını okudum ve çok beğendim. Kendisi favori yazarlarım arasına eklendi. Fahim Bey'i her ne kadar yazarın bir tanıdığı olsada ben kendisine de benzettim. Yeraltından Notlar ve Saatleri Ayarlama Enstitüsündeki kahramanlara da benzettim. 

 

Abdülhak Şinasi Hisar, (İstanbul, 14 Mart 1887 - 3 Mayıs 1963) Türk romancı, yazar.

 

Yaşamı ve Eserleri

Çocukluğu

Anne tarafından dedesi Muhtar Bey'in Rumelihisarı'ndaki yalısında doğdu. Abdülhak Şinasi Hisar'ın çocukluğu, Rumelihisarı, Büyükada ve Çamlıca’da geçti. 1898’de Galatasaray Sultanisi’ne girdi.

Paris Hayatı

Ailesine haber vermeden 1905’te Galatasaray Sultanisi'nden ayrılarak Paris'e gitti. 1908'e kadar Paris’te École Libre des Sciences Politiques’e devam etti.
Paris'te Prens Sebahattin, Dr. Nihat Reşat Belger, Ahmet Rıza Bey ve Yahya Kemal ile sık sık görüşür. [1]

İstanbul'a Dönüşü

II. Meşrutiyet’in ilânından (1908) sonra Türkiye’ye döndü. Fransız ve Alman şirketlerinde, Osmanlı Bankası’nda, Reji İdaresi’nde, 1931’den sonra ise Ankara’ya yerleşerek Dışişleri Bakanlığı’nda çalıştı. 1948’de İstanbul’a döndü ve Ayaspaşa’da Boğazı gören bir apartmana yerleşti. Bir süre Türk Yurdu dergisinin genel yayın müdürlüğünü üstlendi (1954-57). 1963'te Cihangir’deki evinde beyin kanamasından öldü.
Edebiyata Mütareke yıllarında Dergâh ve Yarın dergilerindeki şiir, kitap tanıtma ve eleştiri yazılarıyla başladı. 1921’den itibaren İleri ve Medeniyet gazetelerindeki yazılarıyla tanındı; 7Ağaç, Varlık, Ülkü ve Türk Yurdu dergileri ile Milliyet, Hâkimiyet-i Milliye ve Dünya gazetelerinde yazdı. Cumhuriyet dönemi yazarı olmasına rağmen dil ve üslup açısından Meşrutiyet kuşağına bağlı kalan[kaynak belirtilmeli] Hisar’ın bütün yapıtları esas olarak “hatıra”ya dayalıdır. Romanlarında Maurice Barrés, Anatole France ve Marcel Proust gibi yazarların edebiyat anlayışlarını benimsemiştir.[kaynak belirtilmeli]
1942 CHP Hikâye ve Roman Mükâfatı’nda üçüncülük alan Fahim Bey ve Biz, Almancaya çevrildi (Unser Guter Fahim Bey, Çev.: Friedrich Von Rummel, 1956). Sermet Sami Uysal (Varlık Yayınları, 1961) ve Necmettin Türinay’ın (M.E.B., 1988) Abdülhak Şinasi Hisar adlı birer kitabı vardır. Ölümünden sonra Abdülhak Şinasi Hisar: Seçmeler (Haz.: S. İleri, YK7Y, 1992), Geçmiş Zaman Edipleri (Haz.: T. Yıldırım, Selis, 2005) ve Kelime Kavgası: “Edebiyata ve Romana Dair” (Selis, 2005) adlı üç kitabı daha çıkmıştır. Emre Aracı Boğaziçi Mehtapları'ndan esinlenerek aynı adlı bir keman konçertosu (1997) bestelemiştir.

  ESERLERİ

Roman

  • Fahim Bey ve Biz (1941; 1942 CHP Hikaye ve Roman Ödülü üçüncülüğü)
  • Çamlıca’daki Eniştemiz (1944)
  • Ali Nizami Bey’in Alafrangalığı ve Şeyhliği (1952)

Anı

  • Boğaziçi Mehtapları (1942)
  • Boğaziçi Yalıları (1954)
  • Geçmiş Zaman Köşkleri (1956)

Fıkra

  • Geçmiş Zaman Fıkraları (1958)

Antoloji

  • Aşk imiş her ne var alemde (1955)

Biyografi

  • İstanbul ve Pierre Loti (1958)
  • Yahya Kemal’e Veda (1959)
  • Ahmet Haşim : Şiiri ve Hayatı (1963)

Ölümünden Sonra Toplanan Eserleri

Hisar'in kitaplarına girmemiş edebi makale, deneme ve eleştiri yazıları Necmettin Turinay tarafından üç cilt olarak bir araya getirilmiştir.

“İnsanlar gibi şehirler de nasıl değişiyor! Hatıralarımız hakikatleri görüp de tanıyamıyor, hatıralarımın sarayları şimdi gördüğüm mahallelere sığamıyor, kubbeleri hâlâ eski velvelelerle dolup taşıyor ve etrafımdaki şehir bana  yabancılaşmış görünüyor."   

Geçmişi Batı'da keşfetti

Önceleri geçmişi tenkid eden Abdülhak Şinasi, Fransa'ya gittikten sonra, geçmiş zamanı övmeye başladı. Mazi şuurunu canlandırmaya çalıştı. "Bir millete yapılabilecek en sinsi ve en şeytani hücum, onun vicdanından mazisini almak, hafızasından mazisini yok etmektir" diyerek mazinin önemini belirtmiştir.

Yazdığı romanlarda da geçmiş zamanın özlemini anlatır. Olaylara değil, zamana, mekana, eşyaya, duygu ve düşüncelere, insanlara ve onların kıyafetlerine çok değer verir. Üslubu şahsi ve orijinaldir. Hiç bir zaman dilde kelime tasviyesine kapılmamış, dilin ahenginden istifade etmesini bilmiş ve şiire kaçan bir dil kullanmıştır. 


Cumhuriyet dönemi yazarı olmasına rağmen dil ve üslûp açısından Meşrutiyet kuşağına bağlı kalan]Hisar’ın bütün eserleri esas olarak “hâtıra”ya dayalıdır.


Hisar, sanatı derin bir samimiyet ihtiyacı ile şekillenen büyük bir ruh ciddiyeti olarak tanımlar.


Abdülhak Şinasi, eserlerini gerçek olaylar ve insanlar üzerine kurduğunu, karakterlerinin hayali değil, tanınan ve bilinen, yaşamı gözlemlenen, aile çevresinden kişiler olduğunu Sermet Sami Uysal’a açıklar. Örneğin ilk romanının baş karakteri Fahim Bey baba dostu, ‘Çamlıca’daki Enişte’deki Vamık Efendi teyze kocası, Ali Nizami Bey de uzaktan akrabaymış. Yazar, aile çevresinden seçtiği kahramanları sağlıklarında incitmemek için, yazdıklarını tutmuş. Her biri hayattan çekildikten sonra, edebiyat aleminde yeni bir hayat şansı kazandırmış. 

Abdülhak Şinasi Hisar'ın Ölümü

Abdülhak Şinasi Hisar'ın Ölümü
Yüksek tansiyondan mustarip ve perişan hâldeki Hisar, durmadan bir şeyler satarak geçinmektedir. Her gün taksi parası ödeyemeyen yazarın yalnızlığı da büsbütün artar. Yazar, dışarı seyrek çıkar. Hisar’ın yaşadığı son mutluluklardan birisi, basımını kendi bütçesinden para vererek sağladığı ve metnini gözden geçirdiği, Galatasaray öğretmenlerinden Sermet Sami Uysal’ın hazırladığı Abdülhak Şinasi Hisar biyografisi ve derleme çalışması olur. Öldüğü 3 Mayıs 1963 sabahı hizmetkârı Sabri Efendi’yi kasaba yollar ve “Ben biraz daha uyuyayım.” der.

Abdülhak Şinasi, 3 Mayıs 1963’te 75 yaşında -küçük kardeşi Selim Nüzhet Gerçek’in (1891-1946) akıbetine benzer bir şekilde- ani bir beyin kanaması sonucu, “cebinde bakiyesi 66 lira gösteren bir banka cüzdanı ile tek kuruşu olmadan” hayata gözlerini yumar. Hisar’ın cenazesi belediyenin yardımı ile kaldırılır, Merkez Efendi Mezarlığına gömülür.  {Zariç, Mahfuz, Abdülhak Şinasi Hisar'ın Eserlerinde Geçmiş ve Gelecek Zaman, Ankara Üniversitesi, Doktora Tezi, YÖK Tez no: 336468, Ankara, 2013, s. 40-43.}
 Çelik Gülersoy, hâtıralarında Abdülhak Şinasi Hisar’ın cenaze töreninden bahseder. Aksaray’da Murat Paşa Camii’nde kılınan cenaze namazına çok az kişinin geldiğini belirten Gülersoy, bu duruma çok hayıflanır ve der ki: “Bu çapta büyük bir edib, şayet Avrupa’nın her hangi bir ülkesinde ölseydi, herhalde bütün millet bu elim kayıptan haberdar olur ve cami dolup taşardı. Abdülhak Şinasi’nin cenazesi sıradan bir şekilde kaldırılmamalıydı.”


SERMET SAMİ, DOSTU ABDÜLHAK ŞİNASİ’Yİ ANLATIYOR

Benim titiz, dalgın  ve mahcup dostum
“Bir akşamüstü dersten çıkmış odama gelmiştim. Gazetede Hisar’ın eserlerini imzalayacağı haberini gördüm, hazırlanıp gittim. Biraz sonra üstat karşımdaydı. 1959’un ilkbahar günlerine tesadüf eden o ayaküstü tanışma ölümüne dek sürecek yakın bir dostluğun başlangıcı oldu. O tarihten kısa süre sonra, ‘Hayatımı yazmanızı istiyorum’ dedi, öyle de oldu. 1961’de çıkan kitabım, bu teklif üzerine hazırlanmıştır. Yayıncım Şemsi Arkadaş, ‘Bu eser çok satmaz. Maliyetini karşılayacak kadarını alırsa basabilirim’ teklifine Hisar heyecanla ‘Memnuniyetle...’ cevabını vermişti. Kitap çıktıktan sonra Abdülhak Şinasi bir kısmını satın aldı ve eşe dostuna dağıttı. Zannederim kitabın hazırlanmasını, ömrünün son demlerini yaşadığını hissederek istemişti. Ölene kadar haftanın 5 günü üstada gittim. Sohbet eder, yemek yerdik. Fevkalade titizdi, misafir gittiği evlere çay bardağını yanında götürür, şayet bardağıyla gitmemişse mutfakta bizzat yıkamak isterdi. Çiğ sebze ve meyveyi mikroplu olduğuna inandığı için ağzına sürmemişti. Cuma günü düzenlediği edebiyat toplantılarında sohbet esnasında hatırına gelenleri kenara çekilerek not alır, kaldırırdı. Ölümünden sonra kütüphanesi, müsveddeleri ve hazırladığı kitapları sahipsiz kaldı. Mal sahibi daireyi boşaltmak istiyordu. Neden sonra çuval çuval kitapları ve yazıları kapının önüne yığıldı. Birkaç gün Yaşar Nâbi ‘Haber aldığım gibi evine koştum ama çoktan boşalmıştı. Ancak son çuvalı alabildim...’ demişti. Son hatıraları böyle dağıldı.”


Bu da farklı bir yorum

Mikrop korkusu hastası olan Abdulhak Şinasi, Türk Edebiyatında daha çok münekkit olarak tanınmıştır:

"Abdülhak Şinasi mikrofobdur; yani mikrop korkusu hastalığı öylesine ki, Birinci Dünya savaşı'nda yarı körler, topallar ve kolsuzlar bile askere alınırken, Abdülhak Şinasi, cinnet derecesine vardığı bu hastalığı yüzünden savaştan kurtulmayı bilmiştir.

Aynı hastanın, bütün bu marazi hallerine denk bir de alabildiğine gülünç nezaket merakı... Münekkit geçinmesine rağmen arada bir şiir de kırpıştırırken sevgilisine hep 'siz!' diye hitap eder. Mesela gökten renk mi yağıyor; sorar:

-Size midir, bana mı?

Siz kelimesinin ihtiram yeriyle, saygı üstü bir sevgi edasının mutlaka gerektireceği 'sen!' hitabındaki yer farkını anlayamaz.

Birgün Paris'in Sen nehrinden bahsedilirken bu kelimeyi değiştirmemiş olan kahramanımıza Süleyman Nazif şöyle demiş:

-Ona Sen nehri değil, Siz nehri derler!

Abdülhak Şinasi Bey şair olamayacağını belki anlıyor; fakat birtakım ruhi kamaşmalar içinde dünya muhasebesine yanaşamaz ve bundan ötürü münekkitteki kumaş örgüsüne uymaz, suni ipekliye benzer bir bünye taşıyor...

Uzun zaman münekkit geçindikten sonra 40-50 yaş arası romancılığa başlayacak, bedesten eşyası kabilinden eski zaman renk ve çizgilerini dışından vitrinleyecek, ama hiçbir ruh ve meseleye inmeyecek; üstelik Türk romanının kısırlık dünyasında birşey sanılacak adam...

Mikrop korkusundan başka haşyeti olmayan, en sonunda da isminin başındaki "Abdülhak" sıfatını atacak kadar, şahıs planında da olsa, İslama nefretini ilan edecek adam...

Bu adam...
Kültürü de, yapmacıklığı, yani snobluğu da, efkarı da, inkarı da çilesiz, mikrop dehşetinden ileri bir ruh ukdesi olmayan... Tanzimat aydını tipinin son ve hasta modeli, Şinasi Beyefendi... İlk model de Şinasi değil miydi?"185


Murat Ertaş-Necip Fazıl Tenkitler,Polemikler,Kavgalar 



A. Şinasi Hisar'ın yeterince anlaşılmadığını söyleyen Turinay, "Onun İstanbul'u anlatan yazıları olmasaydı, Tanpınar, Beş Şehir'i yazmaya kalkışamazdı." diyor.  Hisar'ın edebiyatımızdaki en önemli etkilerinden biri; 'derin çocuğu' keşfetmesi. Onun İstanbul üzerine yazdıkları 'hatıra' kabul edilmektedir. Fakat bunlar bildiğiniz cinsten hatıralar olmayıp, Bergson felsefesi Proustien bir yazışla devrin içine bütün zamanlarımızı yerleştirmeye alelade hatıra yazımının daha ötesinde derinleşmeye dayanır. Onun anlattığı çocuk, insanı, tabiatı, çevreyi derin ve manevi gözlerle görür. Bu, 1930'lu yıllarda edebiyatımızda öyle derin tesirlere yol açtı ki, Dağlarca şiirinin Çocuk ve Allah'a kilitlenmesi buradan kaynaklanırdı. Aynı şekilde Sait Faik hikâyesinin ilk dönemlerinde bu çocuğun etkisi görülür.

Orhan Pamuk, Hisar'ı 'dört hüzünlü ve yalnız yazarlardan' biri olarak sayıyor...

Pamuk'un değerlendirmesi gayet isabetlidir. Fakat bu nereden kaynaklanıyor? Bir defa Hisar hiç evlenmedi. Burası onun birinci yalnızlık katmanıdır. İkicisi de aşırı temizlik saplantısı. Dolayısıyla insanlarla derin sohbetleri yok gibidir. Onun asıl yalnızlığı ölümle yüz yüze yaşamasından kaynaklanmaktadır. Sanki ölmeden evvel ölünüz fehvasınca hayatını ona göre kavramaya çalışmıştır. Yazarken, bir bitmeyecek zamana yani ebediyete bir şeyler armağan ettiği şuuru yükselmektedir. Onun bu noktadaki yardımcısı da çocukluğunda ailesiyle devam ettiği, Bahariye Mevlevihanesi'nden beri kulaklarında çınlayan Mevlevi ayinlerinden sürüp gelen seslerdir. Ondaki hüzün ve yalnızlık, "müziğin ürettiği ilahi/bir nevi ebedi zamanda" yalnız yaşamaktan kaynaklanan bir haldir. ...

Eşcinsel diyenler var,  http://www.hurriyet.com.tr/pazar/7755072_p.asp

 Şiir antolojisiyle ilgili

Abdülhak Şinasi Hisar, Aşk İmiş Her Ne Var Âlemde adlı antolojisini, 15. ve 20. yüzyıllar arasında yazılmış aşka dair mısra ve beyitlerden seçerek oluşturduğu kitabın önsüzünde söylüyor. Ancak bu şiir antolojisinin derlenmesinde özel tercih ve duyguların belirleyici etkenler olduğu göze çarpmaktadır. Belki de, Hisar’ın Fuzûlî’nin “Aşk imiş her ne var âlemde, İlm bir kîl ü kâl imiş ancak!„ ünlü beytiyle antolojisini başlatması; yazarın beğenilerinin, bilimsel bakış açısının önüne geçtiği göstermektedir.

20. yüzyılın ünlü şairlerinden Turgut Uyar, “Bir-Seçmeler-Kitabı„ başlıklı makalesinde Hisar'ın bu kitapta hiçbir ölçüt izlemediği için dağınık bir şiir antolojisi ortaya koyduğunu söylüyor. Uyar, Aşk İmiş Her Ne Var Âlemde derlemesini Hisar’ın bütünüklü beyitlerden sadece bir mısraya yer verdiği ve bu mısraları tamamen öznel kaygılarına göre sıraladığı için başarısız olarak değerlendiriyor. Turgut Uyar, Hisar’ın yetkin bir derlemeci olduğuna dair eleştirilerini şöyle dile getiriyor:

Hiçbir yöntem, hiçbir ilkeye tutulmadan, divan şiirimizden rastgele beyitler mısralar almış. Kitapta bütün kaygı, bu beyitleri, bu mısraları anlamlarına göre bir takım bölümlere ayırmak olmuş. İyi bir kitap sayılmaz. Sanki A. Şinasi Hisar, gençliğinden bu yana, yahut çocukluğundan, kendi şiir defterine yazdıklarını toplamış kitaba almış. (1957:21)

Ancak Hisarın şiiri seçerken nasıl bir ölçü izlediği konusundaki açıklamasına bakılırsa onun derli toplu, titiz ve okur için aydınlatıcı bir seçme yapmayı amaçlamadığı anlaşılıyor. Hisar’ın kenisi de, kitabın önsöz bölümünde antolojisini hazırlarken kendi zevk ve beğenisinden başka kıstaslara dayanmadığını söylüyor: “Bu küçük kitap bir zevk ve tesadüf mahsulüdür; bu beyitler ve mısralar, gençliğimden beri tesadüfen okumuş, beğenmiş, sevmiş ve kaydetmiş olduklarıdan ibarettir” (1955:17). Yazar bunları açıkça söylerken onun antolojideki şiir seçiminde daha üstün bir kaygı aramak yersiz olur.

“Adanın beni tamamladığını duyardım.” (Abdülhak Şinasi Hisar)

(…)
Rumelihisarından Adaya geldiğim günler vapurdan iskeleye çıkar çıkmaz buranın kendine mahsusdeniz havalı rüzgârları -güya beni tanımışlar da seviniyorlarmış gibi – etrafımı sararak ve boynuma sarılarak bana Adanın selâmlarını söyler ve vaitlerini sunardı. Bu rüzgârları yüzümde, – taranmış saçlarımızın nizamını, üstümüzün, başımızın intizamını bozan – sevdalı eller gibi duyar ve birdenbire denize dalmış gibi Adanın mutlu hayatına girmiş olduğumu ve su içinde nasıl bütün denizin vücudumuzu büyülttüğünü sanırsak, öylece Adanın beni tamamladığını duyardım.
Ada, benim için yadettiğim bu eski zamanda, ancak benim gözlerimin seçtiği gizli bir takım varlıklar ve mahlûklarla doluydu. Bir ağaç kabuğunda gülen bir ağız, bir kaç dalın teşkil ettiği bir kümede sallanan bir çocuk, bir duvarın sıvasında yeisli bir takım hayvanlar ve ağlaması dinmeyen bir sürü maskeler, bir evin cephesinde ciddi ve hüzünlü bir çift gözün üstünde iki hançer kaşlar görürdüm. Ve böylece başkalarına gizlenen fakat bana işaret eden, gülen, söyleyen gözler, ağızlar, yüzler,vücutlar ve ruhlardan yapılma bir takım tanışlarım vardı. Bunlar esir bulundukları köşelerinde, kendilerine mahsus ömürlerini sürerler ve ben yalnız benim için yaşayan bu mahlûkların gizlendikleri yerleri bilir ve, önlerine gelince, onlarla görüşürdüm. Bütün hayatlar gibi onların ömürleri de, yavaş yavaş, başka şeylere inkılâp ederek dağılır ve geçer ve bazen bir ağız artık susar, bir göz artık kör olur, bir ruh artık uçar, fakat bazen de yerlerine başkaları doğar, hemen her mevsim yeni bir hayelet nesli açardı.
(…)
Abdülhak Şinasi Hisar
“Geçmiş Zaman Köşkleri” adlı eserinden… (1956)



http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=764

http://turkishstudies.net/Makaleler/1962100489_2_garanbahanur_t.pdf

http://www.thesis.bilkent.edu.tr/0002020.pdf

http://www.academia.edu/5398530/Asil_Deli_Haci_Vamik_Bey_Degildir_Abdulhak_Sinasi_Hisarin_Camlicadaki_Enistemiz_eserinde_Delilik

http://www.oguztopoglu.com/2013/10/abdulhak-sinasi-hisar-1957de-diyor-ki.html

http://www.muammererkul.com/index.php/yazlar/bulusmalarmenu/5095-basin-muezes-abduelhak-inasi-hisar-mays-2013

http://www.hobihaber.com/news_detail.php?id=1922

https://docs.google.com/file/d/0B5e2sVtsaI8CSWRmSDkxQjliOGM/edit

http://tr.docdat.com/docs/index-123271.html



6 Ocak 2014 Pazartesi

Yasaklı kitaplar


Bir zamanlar yasaklanmış kitaplardan 10 'u

http://vagus.tv/2013/09/15/modern-dunyanin-yasaklanan-kitaplari/

Cesur Yeni Dünya severek okuduğum bir romandı. Distopik romanın güzel bir örneği ama Fahrenheit 451 konusu itibariyle daha çok ilgimi çekmiştir.

Yengeç Dönencesini yeni bitirdim. Ve yazar neden bu kadar müstehcen yazmış diye düşünmekten alamadım kendimi. Bu da bir tarz tabii.

Dönüşüm, bir Kafka klasiği ne denilebilir ki !

Lolita, konusu itibariyle rahatsiz edici fakat Nabokov gerçekten iyi anlatmış. Kahramanımızın ilginç, yer yer komik hikayesi okunmalı bence.