25 Aralık 2013 Çarşamba

Bohumil Hrabal



Bohumil Hrabal (d. 28 Mart 1914 – ö. 3 Şubat 1997) Brünn'de doğan Çek yazar. Eserlerinde özellikle II. Dünya Savaşı sürecindeki Alman-Çek gerginliğini konu almıştır. Dada, Gerçeküstücülük ve psikanaliz gibi akımlardan etkilenmiştir. En iyi bilinen eseri Sıkı Kontrol Edilen Trenlerdir. Yazar Prag'da ölmüştür.


Türkçeye çevrilmiş kitapları

Sıkı Kontrol Edilen Trenler
Gürültülü Yalnızlık


* Milan Kundera'nın en sevdiği yazardır. Kundera " Hrabal'ı diğer yazarlardan ayıran en önemli özelliği ; Hrabal'ın kitaplarındaki bitmez tükenmez neşedir." demiş.

* Kundera kadar ünlü olamamasının en önemli nedeni ülkesini terk etmemesidir.

*Hrabal hastane odasında balkonda güvercinlere yem verirken ölmüştür. İntihar kitaplarında işlediği bir konu olduğu için ilk olarak intihar ettiği düşünülmüştür.


"Evinizde oturup kalsaydınız ya götünüzün üstünde" (Sıkı kontrol edilen trenler)

Hakkında yazılar

http://thalassapolis-neokudum.blogspot.com/2011/05/bohumil-hrabal-sk-kontrol-edilen.html

http://www.radikal.com.tr/radikal.aspx?atype=haberyazdir&articleid=859787



Latife Tekin




İki romanını okudum, Sevgili Arsız Ölüm ve Berci Kristin Çöp Masalları. Marquez ve Yaşar Kemal tadı var romanlarında fakat kendisi bu yazarlardan çok etkilenmediğini belirtiyor.

Türk edebiyat yazarı.
1957'de Kayseri'nin Bünyan ilçesine bağlı Karacahevenk köyünde doğdu. 1966'da 9 yaşındayken ailesiyle birlikte İstanbul'a geldi. Ortaöğrenimini Beşiktaş Kız Lisesi'nde tamamladı. İstanbul Telefon Başmüdürlüğü'nde kısa bir süre çalıştı. İlk kitabı "Sevgili Arsız Ölüm" 1983'te yayınlandı. Anadolu'daki köy yaşamı ve insanlarını masalımsı bir atmosferde ve "Yüzyıllık Yalnızlık" (Gabriel Garcia Marquez) tadında anlattığı bu ilk romanıyla büyük ün kazandı. Büyülü gerçekçilik akımına da yakıştırılan bu romanının ardından peş peşe diğer romanları geldi. Eserleri İngilizce, Almanca, Fransızca, İtalyanca, Farsça ve Hollandacaya çevrildi. Değişik üslubu ve yaklaşımıyla kuşağındaki edebiyatçıların önde gelen isimlerinden biri oldu.
Latife Tekin Bodrum Gümüşlük`te bir `Ebediyat Evi` projesi başlatmıştır. Garanti Bankası tarafından desteklenen proje, mimar

Hüsmen Ersöz'ün 1998 yılında hazırladığı mimari proje ile inşaata başlamıştır (1999). Ressam Hale Arpacıoğlu'nun, Koç Grubu şirketlerinden aldığı destekle, aynı mimari projenin bir parçası olarak Sanat Evi'nin yapımına başlanmıştır. Latife Tekin, Bodrum Gümüşlük'te, herkesin yazabileceği, tartışabileceği, sanatçıların büyük şehrin dağdağasından uzak eser üretebileceği bir mekanın tamamlanması için çalışmaktadır.Son olarak 2010'da "rüyalar ve uyanışlar" kitabı yayımlandı.



Eserleri

Roman

Senaryo

Anı

Gümüşlük Akademisi (19

Hakkında yazılar

http://www.sabitfikir.com/haber/latife-tekinle-sozunu-sakinmadan-toplumdan-nefret-ediyorum

http://www.thesis.bilkent.edu.tr/0002312.pdf

Sabahattin Ali


İki Gözüm Ayşe kitabından....


Göklerde kartal gibiydim / Kanatlarımdan vuruldum/ Mor çiçekli dal gibiydim/ Bahar vaktinde kırıldım.


Türkiye’nin ilk faili meçhul cinayetinin kurbanıdır Sabahattin Ali ne yazık ki. Ve ne yazık ki arkası gelecektir bu cinayetlerin.

Kitabı okumadan önce Sabahattin Ali’nin Ayşe Sıtkı’ya aşık olduğunu ve bu mektupların aşk kokan mektuplar olduğunu düşünmüştüm. Oysaki bu mektuplarda biraz aşk, çokça dostluk var. Sabahattin Ali bazen aşkını itiraf ediyor hatta evlenme teklif ediyor bazende iyi bir koca bulup evlen diyor Ayşe Sıtkı’ya. Ve bir gün Ayşe Sıtkı’dan önce evleneceğim diyor ve evleniyor. Bu mektuplar çokça da mahpus bir adamı dünyaya, yaşama bağlayan mektuplar. Dışardan bir ses duymanın içeridekiler için ne kadar mühim olduğunu anlıyoruz bu mektuplardan. Yani oldukça hayati öneme sahip mektuplar.

Ve Sabahattin Ali’yi en iyi bu mektuplardan tanıyabiliriz sanırım. Onun melankolik olduğu kadar şakacı, ölmek isteyen biri olduğu kadar yaşamada bağlı biri, her an aşık olabilecek biri olduğu gibi evlenmeyi ciddi bir konu olarak gören, insanların onun hakkında ne düşündüğünü merak eden, yeşil mürekkep seven, eleştiriyi pek sevmeyen, eleştirmenleri gereksiz bulan, Ankara sevmez Aydın sever  biri olduğunu satır aralarında okuyabiliriz.

Ve Ayşe Sıtkı’ya da daha az mektup yazdığı için kızmamak elde değil, mahpus olan bir adamın dünyayla tek bağlantısının mektuplar olduğunu düşünürsek, o bir yazarken Ayşe Sıtkı’nın iki üç yazması gerekirdi diye düşünüyorum.

Son olarak; Sabahattin Ali’nin peşini bırakmayan kötü talihini ondan yıllar önce aynı kara bulutla dolaşmış Halid Ziya Uşaklıgil’in oğlu Vedad’la benzeştirdim. Okumayanlar için Bir Acı Hikaye’yi de  öneririm.

Kitaptan alıntılar

“Sonra düşünüyorum ki anlamak sorununda zekânın rolü çok azdır. Anlamak için her şeyden önce iki şey lazımdır: Tolerans sahibi olmak, dünyayı ciddiye almamak. Düşünüyorum da, görüyorum ki benim dünyada itham edebileceğim bir fert bile bulunamaz, herkesle özdeşleşerek herkesi anlamaya o kadar hevesim ve istidadım var.”

 “Bir fikrin kıymeti sabit oluşunda değil, samimi oluşundadır. Dediğim gibi insan bir fikre samimiyetle sarılmalı ve onun için ölebilmelidir, fakat yarın o fikre hücum için mani teşkil etmemelidir. Dedim ya, hiçbir şeyi ciddiye almamalı, hatta ölümü bile…”

“İnsanı asıl öldüren kılıcı yemek değil, “sen de mi Brutus” demek mecburiyetinde kalmaktır.”

“Sebebi basit, benim her zamanki hastalığım: Yine âşıkım. Ah Ayşe, vallahi artık ben de şaşırdım, 15-16 yaşımdan beri şöyle bir haftacık olsun âşık olmadan durduğumu hatırlamıyorum.”

“Dünyaya herkes mukadder bir vazifeyi ifaya gelirmiş, ben de zannediyorum ki sadece âşık olmak, zaman, mekan ve imkân düşünmeden âşık olmak için gelmişim, bereket ki boylu poslu yakışıklı bir delikanlı değilim, o zaman böyle kendi kendime tutuşmakla kalmaz, karşılık falan da görür, işi gücü maceralara haslederdik.”

“Bazen iki kişide aynı sesi veren bazı teller bulunuyor, o zaman: “Birbirimizi bulduk” diyorlar. Fakat yalnız bu teller çalındığı müddetçe… Diğer tellere geçildiği zaman arada ne dehşetli bir ayrılık olduğu meydana çıkıyor.”

“Gayet samimi söylüyorum Ayşe, şimdiye kadar evlenmeyi çok düşünmüş fakat evlendiğim zaman karımla böyle şeyler yapmaya mecbur kalacağımı hiç düşünmemiştim. Ben bu işleri tamamen başka cins kadınların harcı telakki ediyordum. Düşün: Mahcup, terbiyeli, ciddi ve namuslu bir kız, insan onu görünce muhakkak hükmeder ki bunun aklından en ufak bir kirli ve gizli düşünce geçmemiştir ve geçemez. Fakat bu kızcağız mesela bir gece koluma girmiş, eve dönerken parmaklarını parmaklarıma geçirip öyle hırslı sıkıyor yahut öyle cesur ve birçok şeyler söylemek isteyen gözlerle gözlerime bakıyor ki utancımdan kıpkırmızı kesildiğimi hissediyorum.”

“Fatma’ya birçok selam. Eğer bu iş olmazsa ve kendisi de edebi ve namusuyla oturmayı vaat ederse Fatma’ya talibim kendisine söyle, eğer sen caymadıysan sana olan nikâh teklifimde de ısrarlıyım. Olmazsa kura çekeceğim. Gözlerinden öperim kardeşim.”

“Fakat benim gibi hayatta hiçbir şeyin zevkli olamayacağına bir kere kanaat getirmiş olanların yaşayışları bir tesadüftür ve yine bir tesadüf onları hayattan kolaylıkla ayırabilir. Ne yapayım, benim yaradılışım böyle imiş.”

“Ben ki hiç tanımadığım ve ehemmiyet vermediğim kimselerin bile şahsım hakkındaki fikirlerini merak eder, onlarda yaptığım tesiri anlamak isterim.”

“Kalemimdeki yeşil mürekkep bitmek üzeredir. Pertev’e gidip almasını söyledim, hiçbir yerde bulamamış ve mor mürekkep almış. Yani bundan sonra bu çok sevdiğim renkle yazamayacağım, hiç olmazsa uzun bir müddet…”

“Ayşe görüyorsun ki bitmek üzere olan bir mektup bana bir sürü gevezelik vesilesi verebiliyor. Sen bu kadarcık bir bahane bulmaktan ve bana birçok sayfalar doldurup göndermekten aciz misin? Senin erkekliğine, aman kadınlığına yakışır mı bu? Bütün lakırdı hazinenizi evlendiğiniz zaman kocanızın başının etini yemeye mi saklarsınız anlamam!...”

“Niçin ölmemeli Ayşe; niçin hayat dedikleri bu korkulu rüyayı görmekte bu kadar ısrar etmeli?”

“Hatta daha ileri giderek diyeceğim ki içersi benim kadar hayat dolu pek az insan vardır, fakat her şeyin fazlası gayri tabii neticeler verir. Ben o kadar çok, o kadar başka, o kadar çeşitli yaşamak istiyorum ki, bu arzu beni diğer yaşayanlardan ayırarak hayatımı, beni canımdan bezdiren hadiselerle dolduruyor ve ben yaşamamayı istiyorum, yani o kadar çok yaşamak istiyorum, hayatı o kadar seviyorım ki, asla az olmayan fakat daima engellere çarpan bu arzu beni ölümü dört gözle arayacak hallere düşürüyor.”

“Düşün Ayşe, ben bana lüzumsuz yere surat eden bir arkadaş yüzünden günlerce – hiç belli etmeden- kendimi yerim. Mesela bir lokantada garsonun yemek getirirken parmağıyla tabağın kenarından tutması –sesimi çıkarmasam bile- beni saatlerce sinirlendirir. Ben sesimin daima karşımdakinin sesinden bir perde yukarı çıkmasını, alnımın ( bunu yalnız kendim bilsem bile) daima herkesten bir parça yukarı durmasını isterim, şimdi hapishanede hiçbir hareketlerine ses çıkarmayacağım birtakım mecburi arkadaşlar beni nasıl yiyip bitirirler, akılların almayacağı bir pislik ve sefaletteki bir nezarethane beni nasıl çıldırtır, aşağılık bir karakol kumandanının sırıtarak uzattığı kelepçe beni nasıl öldürür ve en nihayet herhangi bir gardiyanın küçümser tavırları beni nasıl için için kudurtur.”

“Hiç kimse benim kadar azaplı, acılar, üzütüler, bayağılıklar ve densizliklerle bir çocukluk geçirmemiştir. Hatta ben çocukluk bile geçirmediğimi söyleyebilirim ve bugün bazı tavırlarımdaki çocukca haller o zamanlardaki içime atmaların tabii bir neticesidir.”

“Mesela ben seni hiçbir zaman sana mektup yazarken, yani tasavvur ederken olduğu kadar sevmemişimdir. Bütün arkadaşlarım için de böyledir, sevdiklerimi ben arkalarından daha çok severim, hatta onlarla uzun bir beraberlikten adeta korkarım… Korkarım ki uzun bir temas onlarda, kafamdaki tasavvurlarda bulunmayan noksanlar ve sakatlıklar meydana çıkaracak. Aynı zamanda da sevdiklerimin hakikatte benim tasavvur ettiğim gibi olmadığı düşüncesi içimi kemirir, sonra da bunda hata etmek ihtimali ve dostlarımdan şüphelenmek beni pişmanlığa sevkeder.”

“Ölerek beni sevenleri hayal kırıklığına düşürmek istemiyorum. İsteyerek ölmek bir hayli bencilce bir şeydir ve bazı dostlarım beni adeta büyüleyerek kendimden başkalarını da düşünmeye sevkediyorlar. Ve ben onlara adeta kızıyorum. Benim için çok hayırlı ve lüzumlu olduğunu bildiğim bir işten beni alakoydukları için kızıyorum.”

“Mesela her tarafı ormanla sarılı yüksek bir dağda ufak bir kulübede ömrümün sonuna kadar kimseyle görüşmeden yaşamak, taşlar , yapraklarla konuşmak ve düşünmek istiyorum. “

“Bir arkadaş istiyorum. Benimle hiç konuşmadan beni tamamen anlayacak, benimle karşı karşıya saatlerce hiç konuşmadan oturabilecek bir arkadaş.”

“Benim şikayetim bugünkü felaketlerim değildir, ben ileride bu felaketleri zevkle anımsayacak mesut günlere erişemeyeceğimi bildiğim için bu kadar mütessirim.”

“Fakat beni yalnız bırakmayın. Beni kendi kendimle bırakmayın.”

“Muhakkak ki insanlar genellikle fena, daha doğrusu her türlü fenalığa eğilimli. Fakat hepsi böyle , içlerinde müstesnası yok ve iyiler ancak fenalığa zaman, imkan ve vesile bulamayanlar.”

“Çok ve çeşitli yaşamaktan bir şey çıkmaz, çok ve çeşitli düşünmeli…”

“Ben yazılarımı çok severim ve yegâne zayıf tarafım budur, söz aramızda belli etmesem bile yazılarımı beğenmeyenlere fena halde kızarım.”

“Bir frene muhtacım, sana vapurdan yazdığım mektupta yazdığım şekilde bir arkadaşa muhtacım. Yarım taraflarımı örtecek veya tamamlayacak birisine muhtacım.”

“Ve bence eleştirmenler de mebuslar gibi isimleri büyük fakat kendileri lüzumsuz adamlardır.”

“Bence bir kızla ahbaplık eder etmez aklına evlenmek getirmek bir kuzuyu okşarken “kaç okka eti çıkar, pirzolası nasıl olur?” diye düşünmeye benziyor.”

“Çünkü ben içimde birçok insanların aynı zamanda ve aynı kudretle yaşadıklarını duyuyorum. Bazen bu kadar kalabalık şahsiyetlerin arasında kendi hakiki benliğimi bulmakta müşkülat çekerim, hatta bulamam. Bunların hepsi muhtelif zamanlarda ve yerlerde benim hakiki ve samimi şahsiyetlerimdir. Ve işte bunun için ben hayatımda hiç kimseye kati olarak “sen şusun sen busun” dememişim ve sen şöyle veya böyle düşünüyorsun diye hüküm vermemişimdir. İnsanları iyi tanıdığımı iddia ettiğim halde onlar hakkında hüküm vermekten kaçışım bazı kimselerin garibine gidiyor. Fakat ben gayet iyi bilirim ki şimdi şöyle olan bir adam bir müddet sonra aynı samimiyet ile başka türlü olabilir ve bugün düşündüğünün yarın aksini düşünebilir.”

“Mesela hayatta geçirdiği tecrübe veya felaketlerden dolayı esas itibariyle değişmiş bir kişi bile yoktur. Ve bir insanı tecrübe hiçbir zaman daha akıllı yapmaz, belki daha ihtiyatlı yapar.”

“Türkiye çürümüş… Türkiye’nin tamir edilecek hali kalmamış. Türkiye yıkılıp yeniden yapılmaya muhtaçtır. Türkiye’de pek nadir müstesnalarla okumuş yazmış adam bırakmamak, memur bırakmamak hatta şehirli bırakmamak lazımdır. Türkiye’de milyonlarca adamı sürüyüp götürecek çok kanlı bir ihtilal, onun arkasından namuslu fakat şiddetli bir terör lazımdır. Kan birçoğunu öldürür fakat ölmeyenleri yıkar, temizler ve bu memleket de belki bir şeye benzer.”

“Soldaki pencereden doğru gelen yumuşak rüzgar bana dünyada en sevdiğim şehir olan Aydın’ı hatırlatıyor…”

“Fatma’ya cevap yazamıyorum. Geldiği zaman görüşürüz. Beni görünce aklı başından gidiyormuş ama, ehemmiyeti yok, yanına güzelce bir muallim hanım daha alsın, o zaman da benim aklım gider. Ziyarete gelirken münasip şekilde süslenmeyi ihmal etmesin, aylardır güzel kız gördüğümüz yok…”

“Bu Sinop ne berbat yermiş!.. Ahalisi zaten hoşuma gitmemişti ya, havası da berbatmış. “

“Aman Ayşe… İmtihanların bittiyse, işin başından aşkın değilse bana bugünlerde her hafta mektup yaz. Birşeyler bul ve yaz…”

“Halbuki dünyada bana ”ne istiyorsun?” diye sorsalar hiç düşünmeden vereceğim cevap şudur: “Anlaşılmak istiyorum.”

“Ve dikkat ettim, susanlar daha iyi anlaşıyorlar...”

“Dört sene hocalık ettim, her gün bu işten vazgeçip başımı alıp gitmek arzularıyla savaşırdım… Ben bu dünyaya kitap okumak,aklına esince yazı yazmak,akıllı arkadaşlarla fikir ve lakırdı maçı yapmak için gelmişim. Bundan başka her iş iğreti geliyor..”

“En ateşli ve kafası kaynayan adamı Ankara’da bir sene bırakınız, dünyanın en apatik, en boş adamı olmazsa bir şey bilmem… Ne Allahın belası yer be…”

“Bu sefer ben Ankara’ya gelirken Haydarpaşa Vapuru’nda sana böyle bir şey söylediğim zaman “ben karışmam” demiştin. Yine karışma, ben karışayım ve sen bana tabi ol. Hem sen benim gibi efendiyi mum ile arasan bulamazsın. Güzellikte senden fersah fersah ileride. Mesela bir Grek burnu bir Ayşe kıymetinde. Boy pos Allaha şükür yerinde, hiç olmazsa seninkine muvafık. Akıldan yana hiç değilse sen bir şey söyleyemezsin. Aşk ve muhabbet meselesine gelince, beraber gitmekten sıkılmayacak kadar birbirimizden hoşlandığımızı zannediyorum. Suluca âşık olacak kadar çocuk değiliz herhalde. “

“Akıllı Ayşe, bundan sonra sana her mektubumda nikâh teklif edeyim, çünkü böyle yapınca bir haftada cevap alıyorum. Yani tetik ol ,biraz geciktin mi şıp diye nikâhına talibim.”

“Sakın darılma iki gözüm Ayşe’ciğim, ben hatun kişilerin, hatta senin kadar akıllı olanların bile aklından şüphe ederim. Yarın öbürgün kalkar bir serseme varırsınız, insanın yüreği yanar.”

“Bir insanı melaike diye sevmek  budalalıktır, insanları bütün pislikleri, hırsları, zaafları ile sevebilmek bir meziyet, hatta bunun fevkinde bir  şey, bir kahramanlıktır. Dostlarımızda, kendimizde de bulunmayan yücelikler aramak insafsızlıktır. Bütün insanlar birbirinden farksızdır.”

“Ha, aklıma gelmişken söyleyeyim, müsaade buyur da yazılarımı yalnız ben “gevezelik” diye niteleyeyim, sen bu kelimeyi kullanma; olmaz mı?”

“Ben gebersem 40 yaşında bir Sabahattin Ali’yi gözümün önüne getiremiyorum.”

“Ayşe, mektuplarımı kirli çoraplarının yanına attığın hakkındaki sözlerin şaka mı yoksa ciddi mi?”

“Ayşe, sana yalnız sana bir şey söyleyeceğim: Dünyada pek çok hatalar yapmışımdır, fakat bunların bir tanesi onarılamazdır. Ve beni her zaman üzecektir. Ben bu şiirleri kitap halinde çıkarmamalı idim.  Bunları neşretmekle asla iyi bir şey yapmış olmadım.  Başkalarının fikirlerini bir tarafa bırakalım, bu manzumelerin kaç paralık şeyler olduğunu ben herkesten iyi bilirim. Gelip geçici bazı taraflarım bunlarda görülse bile ben asıl Sabahattin Ali ile bu yazılar arasında bir irtibat göremiyorum. ..”

“Birkaç sene evvel Pertev’e yazdığım mektupta tasvir ettiğim zevceyi, ben çalışırken el işiyle uğraşan, bana çay pişiren ve kapılardan melek gibi, hayal gibi süzülen kadını hatırladım. Bir tane bulursam derhal emre amadeyim. A benim Ayşe’ciğim, sen böyle mahlukların yeryüzünde mevcut olmadığını benden iyi bilirsin. O zahiren yumuşak görünen kediler yakayı bir kere ellerine verilince ne kaplan kesilirler bilsen… Hem de ne laf anlamaz kaplan… Ben bu kaplanların laf anlayanını tercih ederim.”

“Beni annem bile sevmez, sevmek istediği halde sevemez. Kendisine her türlü münasebetsizliği yapan erkek kardeşimi sever, küçük kız kardeşimi sever, fakat beni sevemez. Basit kafası böyle bir şeyi kabul edemediği için sever rolü oynar, hatta kendisine karşı bile…”

“Ve yalnız annem değil, hiç kimse beni sevemez.  Birçokları beni garip, hoş, tetkike değer bulurlar. Birçokları beni beğenir ve bana acırlar.  Bana karşı alaka duyarlar. Bazen bu muhtelif hisler o kadar karışır ki, beni sevdiklerini zannederler.  Fakat ben beni hiçkimsenin sevemeyeceğini bilirim. Beni niçin sevemezler? Bunu ben de kati olarak bilmiyorum. Yalnız bunun böyle olduğunu seziyorum.”

“Sen birkaç mektubunda beni sevdiğinden bahsetmiştin, hem çok sevdiğinden… Ve beni kendine yakın bulduğunu yazmıştın… Ben hâlâ buna inandığım halde, buna inanmak istediğim halde bir noktayı halledemiyorum: Beni anlayan ve beni seven bir insan nasıl olur da bana iki ay hiçbirşey yazmayabilir ?”

“Beni yalnız bırakmak, beni öldürmekle birdir.  Yeryüzünde yalnız olmadığım benim her zaman kafama vurulmalıdır.”

“Benim ne afet olduğumu şimdi mi fark ettin ? Ankara’ya gelde yanıp tutuşanları bir gör. Zaten bilmiyor musun a iki gözüm, İzmir’de sen Ankara’da ben, üstümüze dilber yok...”

“Ben kendimi yoklayınca ancak şu iki işi benimseyerek yapabileceğimi hissediyorum: İki bin sene evvel dünyaya gelip Eflatun’un akademisinde çene yarıştırabilirdim. Bir de bugün bile hiçbir yerde, uzun müddet kalmadan, hatta birçok vücut hırpalanmalarına da tahammül ederek dünyayı dolaşabilirim. Ölünceye kadar gezebilirim. Hatta o zaman konuşmak ihtiyacını bile duymam.”

“Bu sefer Ankara’ya gidersem, yukarıda yazdığım gibi, etrafıma bakmadan çalışmak, kendi alemime gömülmek, etrafımla ancak bir gözlemci sıfatı ile alakadar olmak niyetinde olduğumdan, eskisi gibi kötüleyemeyeceğimi tahmin ediyorum. “

“Sana son nasihatim: Senin için güzel, derin ve zevk verici bir şey olduğu, sana bir şeyler ilave ettiği müddetçe alabildiğine  âşık ol! Hiç kimseyi dinleme, hiçbir akıllıca fikre kulak asma, kendini aşka tamamen ver. Fakat âşıklık sana üzüntü vermeye, seni şevkli çalıştırmaktan uzaklaştırmaya, hayatı sana manasız göstermeye başlarsa derhal vazgeç.”

“İzmir’i sevmiyorsun pekâlâ ama hâlâ anlayamadın ki dünyanın her yeri aynı boktur… En akıllıca iş bulunduğu yere tahammül etmek, orayı katlanılır hale sokmaya çalışmaktır.”

“Dış hayatını makineleştir ve kafanı ancak kitaplarla ve kafa dengi dostların düşünceleriyle meşgul et…”


“Namuslu olmak, ne zor şeymiş meğer? Bir gün Almanların pabucu yalayan, ertesi gün İngilizlere takla atan, daha ertesi gün de Amerika’ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik.  Yalnız ve yalnız bir tek milletin önünde secdeye vardık. O da kendi cefakeş milletimizdir.
Meğer ne büyük günah işlemişiz.  Kanunlu, kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük…
Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeği verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?”




Virginia Woolf





Virginia Woolf (25 Ocak 1882 – 28 Mart 1941) İngiliz feminist, yazar, romancı ve eleştirmen.

Hayatı

İlk yılları ve çocukluğu

1882'de Londra'da dünyaya gelen Virginia Woolf, Victoria devri'nin tanınmış yazarlarından Sir Leslie Stephen'ın kızıydı. Annesi ve babası daha önce başkalarıyla evlenmişler, dul kaldıktan sonra ise bir araya gelmişlerdi. Her ikisinin de ilk eşlerinden çocukları vardı. Sir Leslie Stephen'ın ilk eşi, ünlü romancı William Makepeace Thackeray'nın kızıydı. Thackeray'nın eşi akıl hastası olduğundan, Leslie Stephen'ın bu kadından olan kızı Laura, anneannesine çekmiş, yirmi yaşında bir akıl hastahanesine kapatılmıştı. Virginia'nın annesi Julia Duckworth ile Leslie Stephen'ın beş çocukları oldu. Yaş sırasıyla Vanessa, Julian, Thoby, Virginia ve Adrian. Virginia on üç yaşındayken annesi ansızın ölmüştür. Woolf, o yıllarda kadınların ikinci planda kalması nedeni ile okula gönderilememiş fakat babası yardımı ile kendini geliştirmiştir.
Kızkardeşi Vanessa Bell daha küçük bir yaşta iken bir ressam olmaya, Virginia Woolf ise bir yazar olmaya karar verir. Kendisini babasının kütüphanesinde geliştiren Virginia Woolf, 1895'de bir gazetede kısa hikâyelerini yayınlatır.
Özellikle, Viktorya tarzı yaşamaya karşı olan Virginia Woolf, yazılarında da bundan bahseder.

Kızkardeşi Vanessa Bell daha küçük bir yaşta iken bir ressam olmaya, Virginia Woolf ise bir yazar olmaya karar verir. Kendisini babasının kütüphanesinde geliştiren Virginia Woolf, 1895'de bir gazetede kısa hikâyelerini yayınlatır.
Özellikle, Viktorya tarzı yaşamaya karşı olan Virginia Woolf, yazılarında da bundan bahseder.

Bloomsbury Grubu

1904'te babasının ölümünden sonra kardeşleriyle Bloomsbury'ye taşınması ise hayatında ciddi bir dönüm noktası olmuştur. Bloomsbury grubu içinde birçok ünlü edebiyatçıyı barındıran ve cinsel konulardaki özgürlükçü tavırlarıyla tanınan bir grup entelektüelden oluşuyordu. Grupta bulunan birçok kişi eşcinsel ya da biseksüeldi. İnsanlar onları etik bir grup olarak görüyorlardı. Grupta John Maynard Keynes, E. M. Forster, Roger Fry, Duncan Grant ve Lytton Strachey gibi ünlü kişiler vardı. Woolf, 1909'da bir süreliğine Lytton Strachey ile nişanlanmıştır.

Evliliği

Virginia Woolf 1912 yılında Leonard Woolf ile evlenmiştir. Evlilikleri cinsel açıdan yeterli olmasa da, Virginia Woolf için çok önemli olmuştur. Leonard Woolf eşi için bir basımevi kurmuştu ve bu da Virginia Woolf'un yazdığı kitapları yayımlatması için bir fırsat olmuştu.

Ölümü

Perde Arası romanını yazdığı sıralarda artık kendini yeterince yetenekli hissetmiyor, yeteneğini kaybettiğini düşünüyordu. Her gün savaş korkusu ve yeteneğini kaybetmenin vermiş olduğu stres, dehşet ve korku sonucu ruhsal bunalıma girmiş, 28 Mart 1941’de içinde bulunduğu duruma daha fazla dayanamayıp evlerinin yakınlarında bulunan Ouse nehrine ceplerine taşlar doldurarak atlayıp intihar etmiştir. Virginia Woolf, geride iki intihar mektubu bırakmıştır. Birisi kardeşi Vanessa Bell'e diğeri ise kocası Leonard Woolf'a.
Leonard Woolf'a, 18 Mart 1941
"Sevgilim, yine çıldırmak üzere olduğumu hissediyorum. O korkunç yeniden yaşayamayacağımı hissediyorum. Ve ben bu kez iyileşemeyeceğim. Sesler duymaya başladım. Odaklanamıyorum. Bu yüzden yapılacak en iyi şey olarak gördüğüm şeyi yapıyorum. Sen bana olabilecek en büyük mutluluğu verdin. Benim için her şey oldun. Bu korkunç hastalık beni bulmadan önce birlikte bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemezdim. Artık savaşacak gücüm kalmadı. Hayatını mahvettiğimin farkındayım ve ben olmazsam, rahatça çalışabileceğini de biliyorum. Bunu sen de göreceksin. Görüyorsun ya, bunu düzgün yazmayı bile beceremiyorum. Söylemek istediğim şey şu ki, yaşadığım tüm mutluluğu sana borçluyum. Bana karşı daima sabırlı ve çok iyiydin. Demek istediğim, bunları herkes biliyor. Eğer biri beni kurtarabilseydi, o kişi sen olurdun. Artık benim için her şey bitti. Sadece sana bir iyilik yapabilirim. Hayatını daha fazla mahvedemem. Bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemiyorum."

Yazarlığı

Bir profesyonel olarak 1905'lerde yazmaya başlayan Virginia Woolf'un ilk kitabı olan The Voyage Out (Dışa Yolculuk) 1915'te yayınlanmıştır. Bu kitabın yazımı çok uzun sürmüş, bir yıl içinde üç kez tekrar yazılmıştır. Özelllikle annesinin ölümünü yenmesi ile ilgili olan bu kitap ilginç olduğu kadar etkileyicidir.
Gece ve Gündüz, Virginia Woolf'un ikinci romanıdır. Woolf'un "bilinç akışı" tekniğini kullandığı daha sonraki modern deneysel romanlarından farklı olarak klasik gerçekçi üslûpla kaleme aldığı bu eser, olay örgüsü, gerçek mekân tasvirleri ve titizlikle betimlenmiş karakterleri, dönemin atmosferini yansıtan özellikleriyle dikkat çekiyor.
1920'de yayımlanan roman, daha sonraki eserlerinin habercisi olarak, nesnel gerçekliğin ve tarihselliğin insan bilincindeki yansımalarını birbirinden oldukça farklı karakterlerde ustalıkla canlandırıyor.
Roman, I. Dünya Savaşı öncesi Londra'sında geçer. Woolf, dönemin entelijansiyasını, fikir ve ruh dünyasını mizahî ancak sıcak, insanî bir dille anlatır. Kadın hakları, sınıfsal farklılık, aşk, evlilik ve özgürlük gibi meseleleri, karakterlerinin yaşamları, mücadeleleri, umutları, acıları ekseninde tartışıyor. Gece ve Gündüz, Katharine, Mary ve Ralph'in hakikat arayışlarında tanık olduğumuz modern insanın yazgısı, bir başkasını anlama çabası üzerine duygulu ve derin bir metin.
"Virginia Woolf, 1931’de yayımladığı Dalgalar’ı yazarken ise, bu kitapla o güne değin hiçbir başka romancının göze alamayacağı değişik şeyleri yapmak istediğini, bu romanın o güne değin yazılan hiçbir başka romana benzemeyeceğini biliyordu. (...) Çünkü Dalgalar, ‘hem düzyazıyla kaleme alınacak, hem de şiir olacaktı; hem roman olacaktı, hem de tiyatro oyunu.
Virginia Woolf, Dalgalar’da dış dünyayı yok eder. Üç erkek ve üç kadının çocukluklarından yaşlılık dönemlerine kadar tüm hayatlarının anlatıldığı kitapta dış dünya nesnel olarak değil, ancak kişilerin iç dünyalarına yansıdığı kadarıyla verilir. “Bir olay örgüsüne uyarak değil, bir ritme uyarak” yazılan kitap, “şiir olmayan herhangi bir şey edebiyata neden girsin ki” diyen Woolf tarafından iki yıl içinde üç kez yazılır ve dalgaların sesine uydurularak, şiir gibi yüksek sesle okunarak düzeltilir... Gerçekçi roman geleneğinden tam bir kopuşu temsil eden Dalgalar, bilinç akışı tekniğiyle yazılan romanların en önemlilerinden biridir." (İletişim Yayınlarından çıkan baskısının arka kapak yazısından)
Mrs. Dalloway'se ünlü yazarın adıyla anılacak ‘bilinç akışı’ tekniğinin en başarılı örneklerinden biridir.
Eşcinsel olan Virginia Woolf'un eserlerinde eşcinsel yakınlıklarına bol bol rastlanır. Yazarın öteki romanlarına benzemeyen, tümüyle özgün bir düşünce ürünü olan Orlando isimli romanı bir aşk mektubuyla beraber o dönemdeki sevgilisi Vita Sackville-West'e adanmıştır.
1929 tarihli "Kendine Ait Bir Oda" feminist hareketin klasik bir kitabı olarak kabul edilir.
Kadın hareketinin elden düşürmediği önemli kitaplardan biri olan Kendine Ait Bir Oda, Virginia Woolf’un belki de en kolay okunan kitabıdır. Çünkü konu çok somuttur: “Kadın ve Edebiyat.”
Erkeklerin kadınlara bıkıp usanmadan tekrarladıkları ‘ezeli’ ve de ‘ezici’ bir soru vardır: “Bizler kadar düşünme yeteneğiniz olduğunu ileri sürüyorsunuz. Madem öyle, neden Shakespeare gibi bir deha çıkaramadınız?” İşte Virginia Woolf bu ‘yakıcı’ soruya, tarihsel ilişkilerin kökenine inip kütüphane raflarında şöyle bir gezindikten ve de kısa bir kadın edebiyatı tarihçesi çıkardıktan sonra esaslı bir yanıt getiriyor. Ve şöyle sesleniyor kadınlara: “Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!..”
Daha sonralarda Virginia Woolf tarafından kaleme alınan Flush'ta bir köpeğin bakış açısı fark edilir.
...güçlü kuvvetli, enerji dolu, yaşama sevinci içinde genç Robert Browning bir bomba gibi patlamıştı Elizabeth Barrett’in sessiz hasta odasında. İngiliz edebiyatının en ünlü aşk öyküsüdür onların aşkı. Tiyatro oyunları yazılmış, filmler yapılmıştır bu konuda. Nasıl mektuplaştıklarıı, Robert Browning’in Wimpole Sokağı’ndaki bir evde divanda yatan Elizabeth’i nasıl görmeye geldiğini, bu ziyaretten sonra üç ay içinde Elizabeth’in mucize kabilinden nasıl yürümeye başladığını, gizlice evlenip Floransa’ya kaçtıklarını herkes bilir. Hatta Virginia Woolf’un The Common Reader’da dediği gibi, İngiliz şiirinin en önemli adları arasında olan bu iki şairden tek dize okumamış olanlar bile! Virginia Woolf’un Flush’ı bu konuda son derece sevimli bir kitaptır. Elizabeth Barrett Browning’in çok sevdiği İtalya’ya kaçarken beraberinde götürdüğü köpeğin yaşamöyküsünü anlatan Flush’da bu aşk öyküsünü bir de o köpeğin açısından görürüz.
Kitaplarının kapaklarında kardeşi Vanessa Bell'in resimleri bulunmaktadır.
Yazar, modernist hareketin en önemli kişilerinden biri olarak tarihe geçmiştir ve roman türünün gelişimine büyük katkıda bulunmuştur.
Kitapları elliden fazla dile çevrilen Viginia Woolf'un bu eserlerinden bir kısmı, Jorge Louis Borges ve Marguerite Yourcenar gibi tanınmış yazarlarca çevrilmiştir.

Eserleri

 Mrs.Dalloway romanı 2003 yılında The Hours adıyla sinemaya uyarlanmıştır.

Anais Nin



Henry Miller'ı araştırırken tanıştım kendisiyle. Miller'ın sıradışı sevgilisiymiş.



Anaïs Nin (21 Şubat 1903 - 14 Ocak 1977) İspanyol, Küba ve Danimarka kökenli Fransız yazar. Günlükleri ve erotik yazılarıyla tanınır. Günlükleri 11 yaşından başlayarak ölümüne kadar 60 yıldan uzun bir dönemi kapsar.
Uzun yıllar Anaïs Nin aynı anda iki kişiyle evli kalmıştır. Bir sanatçı ve bankacı olan ilk kocası Hugh Guiler ile 1923'de evlenmiştir. 1955 yılında Guiler ile evliliği sürerken evlendiği Rupert Pole ise bir orman memuruydu. Her iki adam da Nin'in ikili yaşantısından bihaberdi ve 1977'de Nin'in ölümüne kadar tanışmamışlardı. 1985 yılında Hugh Guiler'in ölümünden sonra Nin'in günlükleri Rupert Pole'un izniyle eksiksiz halleriyle yayımlanmıştır.

Yaşamı

Anaïs Nin Fransa'da doğdu. Anne ve babasının ayrılmasından sonra annesi Anaïs ve iki erkek kardeşini alarak New York'a taşındı. Yeni yetmelik döneminde okulu bıraktı ve manken olarak çalışmaya başladı.
1924 yılında kocası Hugh Parker Guiler ile Paris'e taşındı. Bu dönemde kendini yazıya verdi. D.H. Lawrence üzerine olan ilk kitabı da bu dönemde yayımlandı. 1939'da çift New York'a döndü.
Nin Kenneth Anger'in Inauguration of the Pleasure Dome (1954) adlı filminde Astarte olarak rol aldı. Ayrıca Maya Deren'in Ritual in Transfigured Time (1946) ve Guiler'in Ian Hugo ismiyle yönettiği Bells of Atlantis (1952) adlı filmlerde oynadı.
17 Mart 1955'de Rupert Pole ile ikinci evliliğini yaptı.
Genellikle ilham kaynağı olarak Djuna Barnes ve D. H. Lawrence'ı göstermiştir.

Günlükleri

Anaïs Nin en fazla günlükleri ile tanınır. On yıllara yayılan günlükleri birçok açıdan çarpıcıdır. Nin'in birçok önemli yazar, sanatçı ve psikanalist ile yakın ilişkisi vardı. Günlüklerinde bu kişileri alışılmadık bir derinlikle analiz eder.

Erotik anlatım

Anaïs Nin çoğu eleştirmen tarafından kadın erotik edebiyatının en iyi örneği olarak gösterilir. Erotizmi deşen ilk kadın yazarlardandı. Nin 1940'larda parasızlıktan sayfası bir dolardan olmak üzere Venüs Aşıkları'nı kaleme almıştı.
Anlatım tarzı dönemine göre fazlasıyla açık saçıktı. Günlüğünde babasıyla yaşadığı ensest ilişkiyi yazmıştır.
Nin dönemin birçok önde gelen edebiyatçısıyla arkadaştı. Hatta bazılarıyla sevgiliydi. Bunlardan bazıları Henry Miller, Antonin Artaud, Edmund Wilson, Gore Vidal, James Agee ve Lawrence Durrell'dir. Miller ile arkadaşlığı ve yaşadığ ilişki gerek kadın olarak, gerekse yazar olarak kendisini çok etkilemiştir. Her ne kadar günlüklerinde Miller'ın karısı June ile ilgili gördüğü cinsel bir rüyadan bahsetse de bu rüya hiçbir zaman gerçeğe dönüşmemiştir. Günlüğün ilerleyen kısımlarında Nin başka bir kadınla lezbiyen bir ilişkiye girdiğinden ama bu ilişkiden tatmin olmadığından bahseder.
Anaïs Nin 1977'de Kaliforniya'da Los Angeles'da ölmüştür. Cesedi yakılmış ve külleri Santa Monica Körfezi'ne savrulmuştur.

Türkçede yayımlanan eserleri

  • Venüs Üçgeni
  • Ateş Merdivenleri, İçsel Kentler 1
  • Albatrosun Çocukları, İçsel Kentler 2
  • Dört Odalı Kalp, İçsel Kentler 3
  • Aşka Evinde Casus, İçsel Kentler 4
  • Maskeli ve Çıplak Elizabeth Barille
  • Elena Lawrence'ın Batık Kadını
  • Herny ile June, Günce 1931-1932
  • Yeni Duyarlılık, Kadına ev Erkeğe Dair




Henry Miller



Yengeç dönencesini zar zor bitirdim. Tamam güzel tespitler var, Paris-Amerika karşılaştırmaları ilgi çekici fakat bu yazarımız toprağı bol olsun rahmetli abimiz hiç aile terbiyesi almamış. Annesi küçükken diline,kalemine kırmızı biber sürerim diye korkutmamış anlaşılan. Bir kadın olarak tiksindim bazı yerlerde. Belki erkekler o kadar rahatsız olmamışlardır ama bana ne gerek var böyle yazmaya dedirtti. Dünyadan intikamını ağzını bozarak, iğrençleşerek almaya çalışmış olabilir. Sonuçta hepimiz tutunmaya çalışan zavallılar değil miyiz ? Henrycim her şeyin tadına varmış maşallah. Dolu dolu yaşamız abimiz. Önyargının nirvanasına çıkarak bir daha romanını okumam diyorum. Ama siz bir tanesini okuyun mutlaka, bir fikriniz olsun ama dimi.


Henry Valentine Miller (26 Aralık 1891, New York, ABD7 Haziran 1980, Kaliforniya, ABD) ABD'li yazar. Yaşadığı dönemdeki edebiyat formlarının dışına çıkarak roman, otobiyografi, felsefe ve mistizmi karıştırarak kendi tarzını yaratmıştır. Kendi hayatından aldığı gerçekleri tekrardan kurgulayarak kitaplarına aktarmıştır.

Yaşamı

Alman göçmeni katolik bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası terzi Heinrich Miller, annesi ise Louise Marie Neiting'di. Çocukluğu Brooklyn'de geçti. Gençliğinde çeşitli işlerde çalıştı ve kısa bir süre New York Şehir Üniversitesi'nde okudu. 1928 ve 1929 yıllarında ikinci karısı June Edith Smith (June Miller) ile birlikte birkaç ay Paris'te geçirdi. 1930 yılında tek başına Paris'e taşındı ve II. Dünya Savaşı patlak verene kadar burada yaşadı. Bu dönemde meteliksiz bir şekilde arkadaşlarından geçinerek avare bir hayat sürdü. Anais Nin, Alfred Perles, ve Lawrence Durrell gibi yazarlarla dostluk kurdu. 1931'in sonbaharında Alfred Perlés vasıtasıyla Chicago Tribune'un Paris baskısında bir iş buldu. Sevgilisi Anais Nin'in desteğiyle 1934 yılında ilk kitabı Yengeç Dönencesini (Tropic of Cancer) yayımladı. Ardından Kara İlkbahar (Black Spring) (1936) ve Oğlak Dönencesini (Tropic of Capricorn) (1939) yazdı. Kitapları ABD'de müstehcen bulunduğu için yasaklandı. Ancak elden ele ulaştırılan kitapları ona belli bir ün kazandırdı.
1940'da ABD'ye döndü ve California'da Big Sur'a yerleşti. ABD'nin kültürel değerlerine ve ahlâkî tavrına meydan okuyan çalışmalarına devam etti. Hayatının son yıllarını Pacific Palisades'de geçirdi.
Yengeç Dönencesi'nin 1961 yılında ABD'de yayımlanması bir müstehcenlik davasına neden oldu. 1964 yılında ABD Yüksek Mahkemesi kitabın bir edebiyat çalışması olduğuna karar verdi. Bu olay cinsel devrimin kilometre taşlarından biriydi. Kitabın basılmasını savunan avukat Elmer Gertz ve Miller sonraki yıllarda yakın arkadaş oldular.
Edebiyat çalışmalarının yanında Miller bir ressam ve amatör bir piyanistti.

Türkçede yayımlanmış eserleri

  • Yengeç Dönencesi
  • Kara İlkbahar
  • Oğlak Dönencesi
  • Hatırlamayı Hatırlamak
  • Merdivenin Dibindeki Gülümseyiş
  • Seksus
  • Pleksus
  • Clichy'de Sakin Günler
  • Big Sur ve Hieronymus Bosch'un Portakalları
  • Rimbaud ya da Büyük İsyan
  • Neksus
  • Cennette Bir Şeytan
  • Uykusuzluk
  • Çılgın Üçlü
1891'de bir terzinin oğlu olarak dünyaya gelen Henry Miller annesinden nefret ediyordu. Her zaman sarhoş olan babasında da...Sığınabileceği tek kişi olan ablası ise"bir geri zekalı, zararsız bir canavardı."
Henry için, "ne olacağından" ziyade "nasıl olacağının" bunalımlarıyla geçen kayıp zamanlardı gençlik yılları...

Bilet kontrolörlüğü, bulaşıkçılık, çöp kamyonu şoförlüğü gibi işler yaptı. İçki kaçakçılığına bulaştı. Sonra yeniden sıkıldı, yeniden bıraktı; sonra geri dönmek zorunda kaldı ve her nasılsa yeniden memur olabildi. Bir süre bu şekilde idare ettiyse de, bu son memuriyet görevinden sonra, otuz üçüncü yaşına girdiği yıl, bir daha asla memur olarak çalışmayacağına dair yemin etti.

Onunla bir kulüpte tanışmışlardı. June, bahşiş karşılığı müşterileriyle dans ediyor, "ve sonra Tanrı bilir neler yapıyordu". Henry onu gördüğü andan itibaren kıskandı, ikinci düşüncesi ise bunun bir yıldırım aşkı olduğuydu. O gece, çıkışta bir yemek yediler ve ilişkileri ondan sonra da devam etti. İlk evliliğine benzer şekilde hüsranla bitecek bu evlillik, onun gibi ahlak sınırları ufkun ötesinde duran bir adamı bile sarsmıştı. ama zamanla güzeller güzeli karısı June'un bu çok kişilikli yaşantısına, hayatlarına ya da yataklarına arada bir girdiğini öğrendiği kadınlara ya da adamlara alıştı. Henry, karısından boşandı ve kendisini yazmaya teşvik eden June'un sözlerine uyarak işini de bıraktı. Eve June bakıyordu ve Henry onun bu parayı nereden bulduğunu asla sormuyordu. Bir süre sonra aralarına biri daha katıldı. June'un Rus sevgilisi Stasia. Henry kendi kendine sürekli aynı şeyi söylüyrdu: "Rakibin bir kadın olması ! En azından bir erkek seçebilirdi... Ama bu kadın? Allah kahretsin!"


 Hakkındaki yazılar

http://www.sabitfikir.com/soylesi/henry-miller-yazarken-yapilacak-son-sey-rahat-etmektir



http://piktobet.blogspot.com/2013/11/henry-miller.html

son eşi Hoki Tokuda röportajı

 
 

Yukio Mişima


İtiraf etmek gerekirse yazdıklarından çok hayatı ilgimi çekti. Aman allahım ne adammış dedim, eşcinsel sado mazo ve seppuku yapan biri. Daha neler neler. Bir maskenin itirafları okuduğum ilk romanı ama son kitabı olmayacak.

Tanıyanların anlattığına göre Yukio Mişima çok sevimli, şakacı bir adamdır, çok hareketlidir, vahşi ve tiz bir gülüşü vardır ve sık sık da güler.

Kadınlarla -gelininin tüm karşı çıkmalarına rağmen torununu doğar doğmaz kaçıran ninesi hariç- pek ilişkisi yoktur;

Yanlış bir alarm nedeniyle evlenir, annesinin kanserden öleceğini zanneder ve ona son bir armağan vermek ister: Kadın, oğlu evlenirse ve soyağacının devam edeceğini bilirse daha huzurlu ölecektir. Kanser hayalidir ve ananın ömrü, oğulunkinden uzun olur; ama Mişima bu gerçeği öğrendiğinde, aradaki çöpçatana tembih edilen 6 koşula da uygun, iyi aile kızı Yoko Sugiyama'yla evlendirilmiştir çoktan.

Bakalım bu önkoşullar nelermiş: 
Gelin, ne bilmişin biri ne de ünlü avcısı olmalıdır;
 yazar Yukio Mişima'yla değil de ayrıcalıklı vatandaş Kimitake Hiraoka [Mişima'nın gerçek adı] ile evlenmeye hevesli olmalıdır; 
topuklu ayakkabı giydiğinde bile kocasından daha uzun boylu olmamalıdır; 
güzel ve yuvarlak yüzlü olmalıdır; 
eşinin anne babasına bakmaya razı, evi çekip çevirecek kadar becerikli olmalıdır; 
son olarak da, Mişima'yı çalışırken hiçbir biçimde rahatsız etmemelidir. 

Ölümü

Yukio Mişima yaşamının son döneminde paramiliter Tatenokai'yi kurar; "Kalkan Topluluğu"a da "Kılıç Topluluğu" anlamına gelen İngilizce Shield Society ya da Sword Society'nin başharflerinden oluşan SS kısaltmasını yeğler
İlk ve tek gerçek eylemleri, 25 Kasım 1970'te gerçekleşir. Mişima ve dört müridi, hardal rengi üniformaları içinde Tokyo'daki İçigaya Askeri Üssü'ne gelirler. Amaçları, General Maşita'ya saygılarını sunarak Mişima'nın sahibi olduğu, kuşkusuz görülmeye değer, antika bir Samurai kılıcını göstermektir. Beş sahte asker generalin çalışma odasına davet edilir edilmez kılıçlarını ve hançerlerini çeker, adamın ellerini bağlarlar. Talepleri Mişima'nın yapacağı bir konuşmayı dinlemek üzere tüm taburların balkonun altında toplanmasıdır.
Birkaç silahsız subay (Japon ordusunda sivillere karşı silah kullanmak yasaktır) onlara engel olmaya çalışırken yaralanır. Mişima, bir çavuşun neredeyse elini keser. Yaşanan karmaşanın ardından Mişima'nın taburlara hitaben yaptığı konuşma pek iyi karşılanmaz. Askerler sık sık "Gel de kıçımı öp!" ya da "Bakayaro!" (Git de ananı becer!) benzeri kabalıklarla yazarın sözünü keserler.

İşler planlandığı gibi gitmemiştir. Mişima yeniden generalin çalışma odasına girerek harakiri için hazırlanır. Sağ kolu ve muhtemelen de sevgilisi olan Masakatsu Morita'dan, bağırsaklarını deşer deşmez, fazla acı çekmesine izin vermeden değerli kılıçla kafasını uçurmasını ister. Ancak Morita (daha sonra o da harakiri yapacaktır) üç kez kılıcı Mişima'nın kafasına isabet ettirmeyi beceremez; yazarı omuzlarından, sırtından ve ensesinden ciddi biçimde yaralar. Öbür üç müridin en beceriklisi ve sakini olan Furu Koga, kılıcı Morita'nın elinden alarak kelle uçurma işini tamamlar. Ardından, ilk girişiminde bağırsaklarını deşmeyi de beceremeyerek karnında hançerle derin olmayan bir yara açan Morita'nın kellesini de uçurur. Kelleler halının üzerinde kalır. Mişima 45 yaşındadır ve daha o sabah, her zamanki teatral yaklaşımıyla yayıncısına son romanını teslim etmiştir.   
   




Yukio Mishima (Japonca: 三島 由紀夫, aslı adı: Kimitake Hiraoka 平岡 公威; d. 1925 Yotsuya / Tōkyō - ö. 1970 Ichigaya / Tōkyō), Japon romancı ve oyun yazarı.
Milliyetçi örgütü "Tate no Kai 盾の会 (Kalkan Cemiyeti)" başkanı.

Hayatı

Mişima'nın çocukluğunun ilk dönemi onu yakın çevresinden uzak büyüten büyükannesi Natsu'nun gölgesi altında geçmiştir. Büyükannesi Mişima'nın diğer erkek çocuklarıyla oynamasına müsaade etmiyor, sadece kız kuzenleri ve bebekleriyle oynamasını istiyordu.
Natsu, Tokugava dönemi samuraylarıyla ilişkili bir aileden gelmekteydi ve Mişima'nın büyükbabası ile evlendikten sonra bile ailenin aristokratik geleneklerini sürdürmeye devam etmişti. Büyükbabası bir bürokrattı ve işleri sömürge döneminde açılmıştı.
Mişima ailesinin yanına ancak 12 yaşında dönebilmiş ve annesiyle yakın ilişkisi biyografisini yazan kimi yazarlar tarafından ensestliğe yakın bir ilişki olarak tasvir edilmişti. Babası askeri disiplinden keyif alan sert bir adamdı.
Mişima Japonya'nın modernleşmesi ve geleneksel değerlerini yitirmesine karşı sert bir muhalefet tavrı gösterdi ve samuray değerlerini savundu.
25 Kasım 1970'de Mişima ve beraberindeki Tatenokai üyelerinden dördü Japonya Silahlı Kuvvetlerinin Tōkyō'daki Ichigaya Kampını ziyaret etmişler, komutanı sandalyesine bağlamışlar ve İmparatorluğun haklarının yeniden tesis edilmesi için hazırladıkları manifestoyu ve taleplerini okuduktan sonra Mişima seppuku (geleneksel Japon intihar biçimi) yaparak intihar etmiş, Tatenokai üyelerinden Hiroyasu Koga ise intiharın tamamlanması için Mişima'nın başını kılıçla kesmiştir.
Mişima intiharını bir yıl öncesinden hazırlamış Tatenokai üyeleri dışında hiç kimse yazarın intihar hazırlığından haberdar olmamıştı. Mişima'nın kendisi intiharı sırasında hazır bulunacak Tatenokai üyelerinin mahkemedeki kendilerini savunmak zorunda kalacaklarını önceden bilerek onlar için geride nakit bırakmıştı.

Yazarlığı

Mişima ilk romanı Tōzoku'ya (Hırsızlar) 1946 yılında başlamış ve 1948'de yayınlamıştı. Bu eserini Kamen no Kokuhaku (Bir Maskenin İtirafları) adlı otobiyografik çalışması izlemişti. Roman büyük bir başarı kazanmış ve 24 yaşındaki Mişima'ya büyük bir ün kazandırmıştı.
Mişima velud bir yazardı. Romanları haricinde, popüler dizi romanlar, kısa hikâyeler, edebi denemeler, Kabuki tiyatro oyunları, geleneksel Noh drama tiyatrosunun modern versiyonlarıyla ilgili oyunlar kaleme almıştı.
Eserleri dünya çapında üne kavuşmuş ve İngilizce'ye çevirilmiştir. Üç kez Nobel Edebiyat ödülüne aday gösterilmiş ancak 1968 yılında yakın arkadaşı Yasunari Kavabata ödülü kazanmıştı.

Türkçede Mişima

  • Bereket Denizi (豊饒の海 Hōjō no Umi) serisi
    • Bahar Karları (Japonca: 春の雪 Haru no Yuki)
    • Kaçak Atlar (Japonca: 奔馬 Honba)
    • Şafak Tapınağı (Japonca: 暁の寺 Akatsuki no Tera)
    • Meleğin Çürüyüşü
  • Dalgaların Sesi (Japonca: 潮騒 Shiosai)
  • Bir Maskenin İtirafları (Japonca: 仮面の告白 Kamen no Kokuhaku)
  • Yaz Ortasında Ölüm
  • Denizi Yitiren Denizci
  •  
   Hakkındaki yazılar

http://www.dipnotkitap.net/ROMAN/Bir_Maskenin_Itiraflari.htm

http://piktobet.blogspot.com/2013/08/yukio-misima.html

Hasan Ali Toptaş

Hasan Ali Toptaş (d. 15 Ekim 1958 Çal, Denizli) Türk yazar. Öykü, roman ve şiirsel metinleriyle tanınır.
1987'de ilk öykü kitabı Bir Gülüşün Kimliği, 1990'da ikinci öykü kitabı Yoklar Fısıltısı yayımlandı. 1990'lı yıllarda yayımlanan kitaplarıyla pek çok ödül aldı. Veznedarlık, icra memurluğu ve hazine avukatlığında memurluk yaptı. Toptaş, dili kullanmadaki ustalığıyla tanınmakta, postmodern edebiyatın önemli temsilcilerinden biri olarak kabul edilmektedir.[1]
Yazarın Gölgesizler romanını yönetmen Ümit Ünal sinemaya uyarlamıştır. Filmde Hasan Ali Toptaş da rol almıştır.

Eserleri

Roman

Öykü

  • Bir Gülüşün Kimliği (1987)
  • Yoklar Fısıltısı (1990)
  • Ölü Zaman Gezginleri (1993)

Çocuk romanı

  • Ben Bir Gürgen Dalıyım (1997)

Şiirsel metin

  • Yalnızlıklar (1990)

Deneme

  • Harfler ve Notalar (2007)

 

Hakkındaki yazılar

 

http://www.academia.edu/3325010/Hasan_Ali_Toptas_Yasami_ve_Edebi_Yolculugu

 

http://www.turkishstudies.net/Makaleler/1259426866_122_gaye_belk%C4%B1z_yeter.pdf

 

http://www.thesis.bilkent.edu.tr/0003842.pdf

http://buyukkeyif.com/heba-uzerine-kisa-bir-konusma-hasan-ali-toptasla/3742

 

 

 

 

 

 



Zelda Fitzgerald, Scott Fitzgerald

Zelda Fitzgerald

Hayat hikayesi  için







Yaşar Kemal



Yaşar Kemal (d. Kemal Sadık Gökçeli,[1] 1923; Gökçedam, Osmaniye), Kürt[2][3][4] asıllı Türk romancı, senaryo ve öykü yazarı. Türk edebiyatının en önde gelen yazarlarından biridir. İlk öykü kitabı Sarı Sıcak'ta da yer alan Bebek öyküsü ile ilk romanı İnce Memed, Cumhuriyet'te tefrika edildi. İnce Memed, yaklaşık kırk dile çevrilerek yayımlandı ve kitaplarının yurtdışındaki baskısı yüz kırktan fazladır.[1]
Yaşar Kemal pek çok yapıtında Anadolu'nun efsane ve masallarından yararlanmıştır. PEN Yazarlar Derneği üyesidir. Nobel Edebiyat Ödülü'ne aday gösterilen ilk Türk yazardır.[5]


Çocukluğu

Yaşar Kemal, Nigâr Hanım ile çiftçi Sadık Efendi'nin oğlu olarak aslen Van-Erciş yolu üzerinde ve Van Gölü'ne yakın Muradiye ilçesine bağlı Ernis (bugün Ünseli) köyünden olan bir aileden dünyaya geldi.[1] Kendi anlatımına göre bir Türkmen köyünde tek Kürt ailenin çocuğu olarak doğup büyüyen Yaşar Kemal, evde sadece Kürtçe köyde ise Türkçe konuşurdu.[6] Ailesi, Birinci Dünya Savaşı'ndan dolayı Adana'nın Osmaniye ilçesine bağlı Hemite (bugün Gökçedam) köyüne yerleşti.[1] Beş yaşındayken, babasının camide öldürülüşüne tanık oldu.[7] Orta okul döneminde çeşitli işlerde çalıştı. Kuzucuoğlu Pamuk Üretme Çiftliği'nde ırgat kâtipliği (1941), Adana Halkevi Ramazanoğlu kitaplığında memurluk (1942), Zirai Mücadele'de ırgatbaşlığı, daha sonra Kadirli'nin Bahçe köyünde öğretmen vekilliği (1941-42), pamuk tarlalarında, batozlarda ırgatlık, traktör sürücülüğü, çeltik tarlalarında kontrolörlük yaptı.[1]

Sanat hayatı

1978 yılındaki yaptığı bir söyleşide sanat çalışmalarına ilkokula başlamadan önce şiirle işe koyulduğunu ve okula başladığında "yaşlı halk şairleriyle çakıştığını" anımsadığını belirtti.[8] İlkokulun son sınıfındayken arkadaşı Aşık Mecit, çok iyi saz çalarken kendisi annesinden ötürü sazı "berbat" çalmaktaydı. Bunun nedenini şu sözlerle dile getirdi:
"Benim saz çalamamamın sebebi var, anam aşık olacağım da diyar diyar dolaşacağım diye saza, aşıklığa düşman olmuştu. Onun tek çocuğuydum ve gözünden ayırmıyordu beni. Okulda, düğünlerde bayramlarda beni hep Aşık Mecitle çakıştırırlardı. Aşık Mecitle Kadirlide bir kahvede bir gece sabaha kadar çakıştığımı şimdi iyice anımsıyorum."[8]
Ortaokuldan ayrıldıktan sonra folklor derlemelerine başladı ve 1940-1941 yılları arasında Çukurovadan ile Toroslardan derlediği ağıtları içeren ilk kitabı olan Ağıtlar, Adana Halkevi tarafından 1943 yılında yayınladı.[8] 1944 yılında ilk hikâyesi Pis Hikâye'yi yayınladı. Bunu, Kayseri'de askerlik yaparken yazmıştı. Bebek, Dükkâncı, Memet ile Memet öyküleri 1950'lerde yayımlandı.
Kemal Sadık Göğceli adı ile çeşitli yayımlarda yazarken Yaşar Kemal adını Cumhuriyet gazetesine girince kullanmaya başladı. 1952 yılında yayımlanan ilk öykü kitabı olan Sarı Sıcak'ta da yer alan Bebek öyküsü burada tefrika edildi.[9]
1947'de İnce Memed'i yazdı fakat yarım bıraktı ve 1953-54’te bitirdi.[10] Romanı yazma nedeni eşkiya olan ve dağda vurulan amcasının oğlunun vurulması olduğunu 1987 yılındaki bir söyleşisinde belirtti. Ayrıca aynı söyleşide, çocukluğunun eşkiyalığın içinde geçtiğini, dayısının "en büyük" eşkiyalardan biri olduğunu, o çevrede 1936'lara kadar beş yüze yakın eşkiya bulunduğunu ve bunlardan birinin de Kurtuluş Savaşı'nda Kadirli'yi ilk örgütleyenlerden olan Karamüftüoğlu ailesinden ünlü Remzi Bey olduğunu söyledi.[11] Remzi Bey'in kendisine, ilk İnce Memed hikayesinde "Çakırdikeni" diye yer alan diken hikâyesini anlattı ve Yaşar Kemal'le "eşkıyalığın felsefesini" yaptı.[11]
Yaşar Kemal'in dünyada ilk kez yayımlanan eseri, Bebek öyküsüdür ve önce Fransızcaya, sonra İngilizceye, İtalyancaya, Rusçaya, Romenceye ve diğer dillere çevrildi.[12]

Siyaset

17 yaşından bu yana sosyalist politikanın içindedir.[11] 1961 Anayasası'ndan sonra kurulan Türkiye İşçi Partisi'ne 1962'de katıldı.[12] Emekçi sınıfının tamamen yönetime gelmesini isteyen Kemal,[12] TİP'te sekiz yıl çalıştı ve yöneticilerden biriydi.[10] 1987'deki bir söyleşisinde Türkiye'de bir Marksist partiye ihtiyaç olduğunu belirtmiştir.[11] Aynı söyleşideki "Nasıl bir sol modelden yanasınız?" sorusuna, şu cevabı vermiştir:
"Her ülke sosyalist modelini kendisi kurar. Sovyetlerin 70 yıldır yaşama geçmiş modelini kabul edemeyiz. Yüzde yüz bağımsızlıktır sosyalizm. Kişi bağımsızlığı, ülke bağımsızlığı, politik bağımsızlık, ekonomik bağımsızlık, özellikle de kültürel bağımsızlık... Sosyalizmin başka bir anlamı yok benim için. Bu çağa gelinceye kadar kültürler birbirlerini beslemişlerdir, yok etmemişlerdir. Oysa çağımızda, kültürler kültürleri yok etmek için, bilinçli olarak kullanılmışlardır, emperyalistler tarafından. Benim için dünya bin çiçekli bir kültür bahçesidir; bir çiçeğin bile yok olmasını, dünya için büyük bir kayıp sayarım."
TİP'ten ayrılan yazar, nedenini partinin niteliğini yitirmesine, bürokratların eline geçmesine ve emekçilerden kopmasına bağladı.[12] Sovyetler Birliği çökmesinin, sosyalizmin de çökmesi değil, tam tersine dünya sosyalizminin zaferi olduğunu 1993'teki bir söyleşisinde dile getirmiştir.[10]

Temalar


« Halka kim zulmediyorsa, etmişse, halkı kim eziyor, ezmişse, onu kim sömürmüş, sömürüyorsa, feodalite mi, burjuvazi mi... Halkın mutluluğunun önüne kim geçiyorsa ben sanatımla ve bütün hayatımla onun karşısındayım. [...] Ben etle kemik nasıl biribirinden ayrılmazsa, sanatımın halktan ayrılmamasını isterim. Bu çağda halktan kopmuş bir sanata inanmıyorum. »


Yaşar Kemal'in edebi çalışmalarında halka dönük bir düşünce hakim oldu ve bunu, bir yerde politik düşünce ile birleştirerek yürüttü. Yapıtlarıda halk şiirinde, epopelerde olduğu gibi insan değerlerinden kopmamaya çalıştı.[8] Yaşar Kemal, siyasi görüşü ile sanatının paralel olduğunu, "halk ve doğa"ya inandığını, sanatının proletaryanın çıkarlarının emrinde olduğunu dile getirmiştir.[12]

Eserleri

Öykü
Roman
Çocuk Romanı
Çeviri
Röportaj
Deneme-Derleme
Destansı roman
Şiir
Bugünlere Bahar İndi,İst Yapı Kredi Yayınları, 11 ekim 2010



Hakkındaki yazılar

http://www.dedekorkutdergisi.com/cilt2/cilt2_sayi1_pdf/baran_lokman.pdf