İki Gözüm Ayşe kitabından....
Göklerde kartal gibiydim / Kanatlarımdan vuruldum/ Mor çiçekli dal
gibiydim/ Bahar vaktinde kırıldım.
Türkiye’nin ilk faili meçhul cinayetinin kurbanıdır Sabahattin Ali ne
yazık ki. Ve ne yazık ki arkası gelecektir bu cinayetlerin.
Kitabı okumadan önce Sabahattin Ali’nin Ayşe Sıtkı’ya aşık olduğunu ve
bu mektupların aşk kokan mektuplar olduğunu düşünmüştüm. Oysaki bu mektuplarda
biraz aşk, çokça dostluk var. Sabahattin Ali bazen aşkını itiraf ediyor hatta
evlenme teklif ediyor bazende iyi bir koca bulup evlen diyor Ayşe Sıtkı’ya. Ve
bir gün Ayşe Sıtkı’dan önce evleneceğim diyor ve evleniyor. Bu mektuplar çokça
da mahpus bir adamı dünyaya, yaşama bağlayan mektuplar. Dışardan bir ses
duymanın içeridekiler için ne kadar mühim olduğunu anlıyoruz bu mektuplardan. Yani
oldukça hayati öneme sahip mektuplar.
Ve Sabahattin Ali’yi en iyi bu mektuplardan tanıyabiliriz sanırım. Onun
melankolik olduğu kadar şakacı, ölmek isteyen biri olduğu kadar yaşamada bağlı
biri, her an aşık olabilecek biri olduğu gibi evlenmeyi ciddi bir konu olarak
gören, insanların onun hakkında ne düşündüğünü merak eden, yeşil mürekkep
seven, eleştiriyi pek sevmeyen, eleştirmenleri gereksiz bulan, Ankara sevmez
Aydın sever biri olduğunu satır
aralarında okuyabiliriz.
Ve Ayşe Sıtkı’ya da daha az mektup yazdığı için kızmamak elde değil,
mahpus olan bir adamın dünyayla tek bağlantısının mektuplar olduğunu
düşünürsek, o bir yazarken Ayşe Sıtkı’nın iki üç yazması gerekirdi diye
düşünüyorum.
Son olarak; Sabahattin Ali’nin peşini bırakmayan kötü talihini ondan
yıllar önce aynı kara bulutla dolaşmış Halid Ziya Uşaklıgil’in oğlu Vedad’la
benzeştirdim. Okumayanlar için Bir Acı Hikaye’yi de öneririm.
Kitaptan alıntılar
“Sonra düşünüyorum ki anlamak sorununda zekânın rolü çok azdır. Anlamak
için her şeyden önce iki şey lazımdır: Tolerans sahibi olmak, dünyayı ciddiye
almamak. Düşünüyorum da, görüyorum ki benim dünyada itham edebileceğim bir fert
bile bulunamaz, herkesle özdeşleşerek herkesi anlamaya o kadar hevesim ve
istidadım var.”
“Bir fikrin kıymeti sabit
oluşunda değil, samimi oluşundadır. Dediğim gibi insan bir fikre samimiyetle
sarılmalı ve onun için ölebilmelidir, fakat yarın o fikre hücum için mani
teşkil etmemelidir. Dedim ya, hiçbir şeyi ciddiye almamalı, hatta ölümü bile…”
“İnsanı asıl öldüren kılıcı yemek değil, “sen de mi Brutus” demek
mecburiyetinde kalmaktır.”
“Sebebi basit, benim her zamanki hastalığım: Yine âşıkım. Ah Ayşe,
vallahi artık ben de şaşırdım, 15-16 yaşımdan beri şöyle bir haftacık olsun
âşık olmadan durduğumu hatırlamıyorum.”
“Dünyaya herkes mukadder bir vazifeyi ifaya gelirmiş, ben de
zannediyorum ki sadece âşık olmak, zaman, mekan ve imkân düşünmeden âşık olmak
için gelmişim, bereket ki boylu poslu yakışıklı bir delikanlı değilim, o zaman
böyle kendi kendime tutuşmakla kalmaz, karşılık falan da görür, işi gücü
maceralara haslederdik.”
“Bazen iki kişide aynı sesi veren bazı teller bulunuyor, o zaman:
“Birbirimizi bulduk” diyorlar. Fakat yalnız bu teller çalındığı müddetçe… Diğer
tellere geçildiği zaman arada ne dehşetli bir ayrılık olduğu meydana çıkıyor.”
“Gayet samimi söylüyorum Ayşe, şimdiye kadar evlenmeyi çok düşünmüş
fakat evlendiğim zaman karımla böyle şeyler yapmaya mecbur kalacağımı hiç
düşünmemiştim. Ben bu işleri tamamen başka cins kadınların harcı telakki
ediyordum. Düşün: Mahcup, terbiyeli, ciddi ve namuslu bir kız, insan onu
görünce muhakkak hükmeder ki bunun aklından en ufak bir kirli ve gizli düşünce
geçmemiştir ve geçemez. Fakat bu kızcağız mesela bir gece koluma girmiş, eve
dönerken parmaklarını parmaklarıma geçirip öyle hırslı sıkıyor yahut öyle cesur
ve birçok şeyler söylemek isteyen gözlerle gözlerime bakıyor ki utancımdan
kıpkırmızı kesildiğimi hissediyorum.”
“Fatma’ya birçok selam. Eğer bu iş olmazsa ve kendisi de edebi ve
namusuyla oturmayı vaat ederse Fatma’ya talibim kendisine söyle, eğer sen
caymadıysan sana olan nikâh teklifimde de ısrarlıyım. Olmazsa kura çekeceğim.
Gözlerinden öperim kardeşim.”
“Fakat benim gibi hayatta hiçbir şeyin zevkli olamayacağına bir kere
kanaat getirmiş olanların yaşayışları bir tesadüftür ve yine bir tesadüf onları
hayattan kolaylıkla ayırabilir. Ne yapayım, benim yaradılışım böyle imiş.”
“Ben ki hiç tanımadığım ve ehemmiyet vermediğim kimselerin bile şahsım
hakkındaki fikirlerini merak eder, onlarda yaptığım tesiri anlamak isterim.”
“Kalemimdeki yeşil mürekkep bitmek üzeredir. Pertev’e gidip almasını
söyledim, hiçbir yerde bulamamış ve mor mürekkep almış. Yani bundan sonra bu
çok sevdiğim renkle yazamayacağım, hiç olmazsa uzun bir müddet…”
“Ayşe görüyorsun ki bitmek üzere olan bir mektup bana bir sürü
gevezelik vesilesi verebiliyor. Sen bu kadarcık bir bahane bulmaktan ve bana
birçok sayfalar doldurup göndermekten aciz misin? Senin erkekliğine, aman
kadınlığına yakışır mı bu? Bütün lakırdı hazinenizi evlendiğiniz zaman
kocanızın başının etini yemeye mi saklarsınız anlamam!...”
“Niçin ölmemeli Ayşe; niçin hayat dedikleri bu korkulu rüyayı görmekte
bu kadar ısrar etmeli?”
“Hatta daha ileri giderek diyeceğim ki içersi benim kadar hayat dolu
pek az insan vardır, fakat her şeyin fazlası gayri tabii neticeler verir. Ben o
kadar çok, o kadar başka, o kadar çeşitli yaşamak istiyorum ki, bu arzu beni
diğer yaşayanlardan ayırarak hayatımı, beni canımdan bezdiren hadiselerle
dolduruyor ve ben yaşamamayı istiyorum, yani o kadar çok yaşamak istiyorum,
hayatı o kadar seviyorım ki, asla az olmayan fakat daima engellere çarpan bu
arzu beni ölümü dört gözle arayacak hallere düşürüyor.”
“Düşün Ayşe, ben bana lüzumsuz yere surat eden bir arkadaş yüzünden
günlerce – hiç belli etmeden- kendimi yerim. Mesela bir lokantada garsonun
yemek getirirken parmağıyla tabağın kenarından tutması –sesimi çıkarmasam bile-
beni saatlerce sinirlendirir. Ben sesimin daima karşımdakinin sesinden bir
perde yukarı çıkmasını, alnımın ( bunu yalnız kendim bilsem bile) daima
herkesten bir parça yukarı durmasını isterim, şimdi hapishanede hiçbir
hareketlerine ses çıkarmayacağım birtakım mecburi arkadaşlar beni nasıl yiyip
bitirirler, akılların almayacağı bir pislik ve sefaletteki bir nezarethane beni
nasıl çıldırtır, aşağılık bir karakol kumandanının sırıtarak uzattığı kelepçe
beni nasıl öldürür ve en nihayet herhangi bir gardiyanın küçümser tavırları
beni nasıl için için kudurtur.”
“Hiç kimse benim kadar azaplı, acılar, üzütüler, bayağılıklar ve
densizliklerle bir çocukluk geçirmemiştir. Hatta ben çocukluk bile
geçirmediğimi söyleyebilirim ve bugün bazı tavırlarımdaki çocukca haller o
zamanlardaki içime atmaların tabii bir neticesidir.”
“Mesela ben seni hiçbir zaman sana mektup yazarken, yani tasavvur
ederken olduğu kadar sevmemişimdir. Bütün arkadaşlarım için de böyledir,
sevdiklerimi ben arkalarından daha çok severim, hatta onlarla uzun bir
beraberlikten adeta korkarım… Korkarım ki uzun bir temas onlarda, kafamdaki
tasavvurlarda bulunmayan noksanlar ve sakatlıklar meydana çıkaracak. Aynı
zamanda da sevdiklerimin hakikatte benim tasavvur ettiğim gibi olmadığı
düşüncesi içimi kemirir, sonra da bunda hata etmek ihtimali ve dostlarımdan
şüphelenmek beni pişmanlığa sevkeder.”
“Ölerek beni sevenleri hayal kırıklığına düşürmek istemiyorum.
İsteyerek ölmek bir hayli bencilce bir şeydir ve bazı dostlarım beni adeta
büyüleyerek kendimden başkalarını da düşünmeye sevkediyorlar. Ve ben onlara
adeta kızıyorum. Benim için çok hayırlı ve lüzumlu olduğunu bildiğim bir işten
beni alakoydukları için kızıyorum.”
“Mesela her tarafı ormanla sarılı yüksek bir dağda ufak bir kulübede
ömrümün sonuna kadar kimseyle görüşmeden yaşamak, taşlar , yapraklarla konuşmak
ve düşünmek istiyorum. “
“Bir arkadaş istiyorum. Benimle hiç konuşmadan beni tamamen anlayacak,
benimle karşı karşıya saatlerce hiç konuşmadan oturabilecek bir arkadaş.”
“Benim şikayetim bugünkü felaketlerim değildir, ben ileride bu
felaketleri zevkle anımsayacak mesut günlere erişemeyeceğimi bildiğim için bu
kadar mütessirim.”
“Fakat beni yalnız bırakmayın. Beni kendi kendimle bırakmayın.”
“Muhakkak ki insanlar genellikle fena, daha doğrusu her türlü fenalığa
eğilimli. Fakat hepsi böyle , içlerinde müstesnası yok ve iyiler ancak fenalığa
zaman, imkan ve vesile bulamayanlar.”
“Çok ve çeşitli yaşamaktan bir şey çıkmaz, çok ve çeşitli düşünmeli…”
“Ben yazılarımı çok severim ve yegâne zayıf tarafım budur, söz aramızda
belli etmesem bile yazılarımı beğenmeyenlere fena halde kızarım.”
“Bir frene muhtacım, sana vapurdan yazdığım mektupta yazdığım şekilde
bir arkadaşa muhtacım. Yarım taraflarımı örtecek veya tamamlayacak birisine
muhtacım.”
“Ve bence eleştirmenler de mebuslar gibi isimleri büyük fakat kendileri
lüzumsuz adamlardır.”
“Bence bir kızla ahbaplık eder etmez aklına evlenmek getirmek bir
kuzuyu okşarken “kaç okka eti çıkar, pirzolası nasıl olur?” diye düşünmeye
benziyor.”
“Çünkü ben içimde birçok insanların aynı zamanda ve aynı kudretle
yaşadıklarını duyuyorum. Bazen bu kadar kalabalık şahsiyetlerin arasında kendi
hakiki benliğimi bulmakta müşkülat çekerim, hatta bulamam. Bunların hepsi muhtelif
zamanlarda ve yerlerde benim hakiki ve samimi şahsiyetlerimdir. Ve işte bunun
için ben hayatımda hiç kimseye kati olarak “sen şusun sen busun” dememişim ve
sen şöyle veya böyle düşünüyorsun diye hüküm vermemişimdir. İnsanları iyi
tanıdığımı iddia ettiğim halde onlar hakkında hüküm vermekten kaçışım bazı
kimselerin garibine gidiyor. Fakat ben gayet iyi bilirim ki şimdi şöyle olan
bir adam bir müddet sonra aynı samimiyet ile başka türlü olabilir ve bugün
düşündüğünün yarın aksini düşünebilir.”
“Mesela hayatta geçirdiği tecrübe veya felaketlerden dolayı esas
itibariyle değişmiş bir kişi bile yoktur. Ve bir insanı tecrübe hiçbir zaman
daha akıllı yapmaz, belki daha ihtiyatlı yapar.”
“Türkiye çürümüş… Türkiye’nin tamir edilecek hali kalmamış. Türkiye
yıkılıp yeniden yapılmaya muhtaçtır. Türkiye’de pek nadir müstesnalarla okumuş
yazmış adam bırakmamak, memur bırakmamak hatta şehirli bırakmamak lazımdır.
Türkiye’de milyonlarca adamı sürüyüp götürecek çok kanlı bir ihtilal, onun
arkasından namuslu fakat şiddetli bir terör lazımdır. Kan birçoğunu öldürür
fakat ölmeyenleri yıkar, temizler ve bu memleket de belki bir şeye benzer.”
“Soldaki pencereden doğru gelen yumuşak rüzgar bana dünyada en sevdiğim
şehir olan Aydın’ı hatırlatıyor…”
“Fatma’ya cevap yazamıyorum. Geldiği zaman görüşürüz. Beni görünce aklı
başından gidiyormuş ama, ehemmiyeti yok, yanına güzelce bir muallim hanım daha
alsın, o zaman da benim aklım gider. Ziyarete gelirken münasip şekilde
süslenmeyi ihmal etmesin, aylardır güzel kız gördüğümüz yok…”
“Bu Sinop ne berbat yermiş!.. Ahalisi zaten hoşuma gitmemişti ya,
havası da berbatmış. “
“Aman Ayşe… İmtihanların bittiyse, işin başından aşkın değilse bana
bugünlerde her hafta mektup yaz. Birşeyler bul ve yaz…”
“Halbuki dünyada bana ”ne istiyorsun?” diye sorsalar hiç düşünmeden
vereceğim cevap şudur: “Anlaşılmak istiyorum.”
“Ve dikkat ettim, susanlar daha iyi anlaşıyorlar...”
“Dört sene hocalık ettim, her gün bu işten vazgeçip başımı alıp gitmek
arzularıyla savaşırdım… Ben bu dünyaya kitap okumak,aklına esince yazı
yazmak,akıllı arkadaşlarla fikir ve lakırdı maçı yapmak için gelmişim. Bundan
başka her iş iğreti geliyor..”
“En ateşli ve kafası kaynayan adamı Ankara’da bir sene bırakınız,
dünyanın en apatik, en boş adamı olmazsa bir şey bilmem… Ne Allahın belası yer
be…”
“Bu sefer ben Ankara’ya gelirken Haydarpaşa Vapuru’nda sana böyle bir
şey söylediğim zaman “ben karışmam” demiştin. Yine karışma, ben karışayım ve
sen bana tabi ol. Hem sen benim gibi efendiyi mum ile arasan bulamazsın.
Güzellikte senden fersah fersah ileride. Mesela bir Grek burnu bir Ayşe
kıymetinde. Boy pos Allaha şükür yerinde, hiç olmazsa seninkine muvafık.
Akıldan yana hiç değilse sen bir şey söyleyemezsin. Aşk ve muhabbet meselesine
gelince, beraber gitmekten sıkılmayacak kadar birbirimizden hoşlandığımızı
zannediyorum. Suluca âşık olacak kadar çocuk değiliz herhalde. “
“Akıllı Ayşe, bundan sonra sana her mektubumda nikâh teklif edeyim,
çünkü böyle yapınca bir haftada cevap alıyorum. Yani tetik ol ,biraz geciktin
mi şıp diye nikâhına talibim.”
“Sakın darılma iki gözüm Ayşe’ciğim, ben hatun kişilerin, hatta senin
kadar akıllı olanların bile aklından şüphe ederim. Yarın öbürgün kalkar bir
serseme varırsınız, insanın yüreği yanar.”
“Bir insanı melaike diye sevmek
budalalıktır, insanları bütün pislikleri, hırsları, zaafları ile
sevebilmek bir meziyet, hatta bunun fevkinde bir şey, bir kahramanlıktır. Dostlarımızda,
kendimizde de bulunmayan yücelikler aramak insafsızlıktır. Bütün insanlar birbirinden
farksızdır.”
“Ha, aklıma gelmişken söyleyeyim, müsaade buyur da yazılarımı yalnız
ben “gevezelik” diye niteleyeyim, sen bu kelimeyi kullanma; olmaz mı?”
“Ben gebersem 40 yaşında bir Sabahattin Ali’yi gözümün önüne
getiremiyorum.”
“Ayşe, mektuplarımı kirli çoraplarının yanına attığın hakkındaki
sözlerin şaka mı yoksa ciddi mi?”
“Ayşe, sana yalnız sana bir şey söyleyeceğim: Dünyada pek çok hatalar
yapmışımdır, fakat bunların bir tanesi onarılamazdır. Ve beni her zaman
üzecektir. Ben bu şiirleri kitap halinde çıkarmamalı idim. Bunları neşretmekle asla iyi bir şey yapmış
olmadım. Başkalarının fikirlerini bir
tarafa bırakalım, bu manzumelerin kaç paralık şeyler olduğunu ben herkesten iyi
bilirim. Gelip geçici bazı taraflarım bunlarda görülse bile ben asıl Sabahattin
Ali ile bu yazılar arasında bir irtibat göremiyorum. ..”
“Birkaç sene evvel Pertev’e yazdığım mektupta tasvir ettiğim zevceyi,
ben çalışırken el işiyle uğraşan, bana çay pişiren ve kapılardan melek gibi,
hayal gibi süzülen kadını hatırladım. Bir tane bulursam derhal emre amadeyim. A
benim Ayşe’ciğim, sen böyle mahlukların yeryüzünde mevcut olmadığını benden iyi
bilirsin. O zahiren yumuşak görünen kediler yakayı bir kere ellerine verilince
ne kaplan kesilirler bilsen… Hem de ne laf anlamaz kaplan… Ben bu kaplanların laf
anlayanını tercih ederim.”
“Beni annem bile sevmez, sevmek istediği halde sevemez. Kendisine her
türlü münasebetsizliği yapan erkek kardeşimi sever, küçük kız kardeşimi sever,
fakat beni sevemez. Basit kafası böyle bir şeyi kabul edemediği için sever rolü
oynar, hatta kendisine karşı bile…”
“Ve yalnız annem değil, hiç kimse beni sevemez. Birçokları beni garip, hoş, tetkike değer
bulurlar. Birçokları beni beğenir ve bana acırlar. Bana karşı alaka duyarlar. Bazen bu muhtelif
hisler o kadar karışır ki, beni sevdiklerini zannederler. Fakat ben beni hiçkimsenin sevemeyeceğini
bilirim. Beni niçin sevemezler? Bunu ben de kati olarak bilmiyorum. Yalnız
bunun böyle olduğunu seziyorum.”
“Sen birkaç mektubunda beni sevdiğinden bahsetmiştin, hem çok
sevdiğinden… Ve beni kendine yakın bulduğunu yazmıştın… Ben hâlâ buna inandığım
halde, buna inanmak istediğim halde bir noktayı halledemiyorum: Beni anlayan ve
beni seven bir insan nasıl olur da bana iki ay hiçbirşey yazmayabilir ?”
“Beni yalnız bırakmak, beni öldürmekle birdir. Yeryüzünde yalnız olmadığım benim her zaman
kafama vurulmalıdır.”
“Benim ne afet olduğumu şimdi mi fark ettin ? Ankara’ya gelde yanıp
tutuşanları bir gör. Zaten bilmiyor musun a iki gözüm, İzmir’de sen Ankara’da
ben, üstümüze dilber yok...”
“Ben kendimi yoklayınca ancak şu iki işi benimseyerek yapabileceğimi
hissediyorum: İki bin sene evvel dünyaya gelip Eflatun’un akademisinde çene
yarıştırabilirdim. Bir de bugün bile hiçbir yerde, uzun müddet kalmadan, hatta
birçok vücut hırpalanmalarına da tahammül ederek dünyayı dolaşabilirim.
Ölünceye kadar gezebilirim. Hatta o zaman konuşmak ihtiyacını bile duymam.”
“Bu sefer Ankara’ya gidersem, yukarıda yazdığım gibi, etrafıma bakmadan
çalışmak, kendi alemime gömülmek, etrafımla ancak bir gözlemci sıfatı ile
alakadar olmak niyetinde olduğumdan, eskisi gibi kötüleyemeyeceğimi tahmin
ediyorum. “
“Sana son nasihatim: Senin için güzel, derin ve zevk verici bir şey
olduğu, sana bir şeyler ilave ettiği müddetçe alabildiğine âşık ol! Hiç kimseyi dinleme, hiçbir akıllıca
fikre kulak asma, kendini aşka tamamen ver. Fakat âşıklık sana üzüntü vermeye,
seni şevkli çalıştırmaktan uzaklaştırmaya, hayatı sana manasız göstermeye
başlarsa derhal vazgeç.”
“İzmir’i sevmiyorsun pekâlâ ama hâlâ anlayamadın ki dünyanın her yeri
aynı boktur… En akıllıca iş bulunduğu yere tahammül etmek, orayı katlanılır
hale sokmaya çalışmaktır.”
“Dış hayatını makineleştir ve kafanı ancak kitaplarla ve kafa dengi
dostların düşünceleriyle meşgul et…”
“Namuslu olmak, ne zor şeymiş meğer? Bir gün Almanların pabucu yalayan,
ertesi gün İngilizlere takla atan, daha ertesi gün de Amerika’ya kavuk sallayan
soysuzlar gibi olmak istemedik. Yalnız ve
yalnız bir tek milletin önünde secdeye vardık. O da kendi cefakeş
milletimizdir.
Meğer ne büyük günah işlemişiz. Kanunlu,
kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük…
Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeği verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz
bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar
tehlikeli mi olmalı idi?”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder